ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 28 (5)
Volume: 28  Issue: 5 - May 2000
1.Summaries of Articles

Pages 270 - 273
Abstract |Full Text PDF

DERLEME
2.Turkish Survey on Therapeutic Intervention in Coronary Heart Disease
Güneş AKGÜN, Altan ONAT, Rasim ENAR, Necip ALP
Pages 274 - 281
Araştırma, koroner kalp hastalığının (KKH) başlıca risk faktörlerinin hekimlerimizce hasta dosyalarına ne oranda kaydedildiğini, risk faktör değerlerinin ne oranda ölçüldüğünü, hastane içinde ve sonrasındaki 6 aylık dönemde hastaların aldığı tedavi kalıplarını ve risk faktör modifikasyonunu incelemeyi amaçlamaktaydı. Bu amaçla, ülkemizin tüm coğrafi bölgelerinden üniversite, Sağlık Bakanlığı eğitim ve SSK hastanelerinden oluşan 15 kardiyoloji ya da iç hastalıkları kliniğinde toplam 547 koroner hasta çalışmaya alındı. KKH'na ilk defa yakalanan bu hastaların %69'u akut miyokard infarktüsü, %20'si kararsız angina, %11 'i koroner anjiyoplasti (PTKA) veya koroner baypas geçirmeleri nedeniyle dahil edildi. Yüzde 23'ü kadınlardan oluşan hastalar ortalama 58.1±10 yaşındaydı. Hasta popülasyonunun %5.1'i hastane içinde, %2.2'si müteakip 6 ayda kaybedildi. %32.4'üne PTKA, %18.1'ine koroner baypas ameliyatı uygulandı. Altı ay sonunda %13'ü hastaneye kontrole gelmeyen yaşayan hastalardan 441'inde anamnez, fizik muayene ve laboratuvar tahlili yoluyla bilgi edinildi. Dosyaların %43'ünde anamnezde kolesterol yüksekliğine, dörtte birinde diyabet varlığına ilişkin bilgi kaydedilmemişti. Hastaların %58'i sigara içiyordu, %20'si obezdi ( vücut kitle indeksi (VKİ) ? 30 kgm²) %49'u hipertansifdi (sistolik kan basıncı (SKB) ? 140 ve/veya diyastolik kan basıncı (DKB) ? 90 mmHg ve/veya antihipertansif ilaç alan hastalar). Yüzde 58'inde total plazma kolesterol düzeyi yüksekti (? 200 mg/dl). %57'sinde total kolesterol/HDL oranı 5'in üzerindeydi, %3l' inde açlık kan şekeri 126 mg/dL üzerindeydi. Altıncı ay kontrolünde hastaların %22.5' i hala sigara içmekteydi ve %17'si hala obez, %44'ünde kan basıncı yüksek, %41'inde total plazma kolesterolü ve %44'ünde total kolesterol/HDL kolesterol oranı ve %16' sında da açlık kan şekeri yüksekti. Miyokard revaskülarizasyonu yapılan grupta, başlıca risk faktörlerinin prevalansı daha da yüksek kaldığı gibi, ilaç kullananlar daha azdı. Akut koroner olay geçiren hastaların yarısının PTKA veya baypas cerrahisine tabi tutulduğunu gösteren çalışmada, her 4 hastanın yaklaşık üçünde aspirin, birinde statinler ve kalsiyum antogonistleri hem hastanede, hem de 6. ay kontrolünde kullanılmaktaydı. Buna karşılık hastanedeki nitrat (%67), beta bloker (%49) ve ACE- inhibitör kullanımı (%38), 6. ay kontrolünde %47, %28 ve %18 oranlarına düştü . Her beş hastanın ikisi diyet yapmadığını ve sedanter bir hayat sürdürdüğünü bildirmişti. Etkili bir risk faktör düzeltilmesi ve profilaktik uygun ilaç kullanımı ile ülkemizde koroner hastalarının ilerki mortalite ve morbiditelerini azaltmak için hekim ve kardiyologlarımızın daha etkin bir rol oynayabileceği sonucuna varıldı.
The survey aimed to determine to which extent major coronary risk factors were recorded in the medical files of coronary heart disease (CHD) patients at hospitalisation and at an interview 6 months later, and whether recommendations regarding prophylactic drug therapy, smoking, diet and exercise were recorded. A total of 547 consecutive patients' medical records were examined from 15 cardiac centers and general hospitals located in different geographical regions of the country. Among patients having their first coronary event, the diagnosis was AMI in 69%, unstable angina in 20% and first elective or emergency PTCA or CABG in 11 %. Mean age of the patients was 58.1±10, 23% of whom were women. In-hospital mortality rate was 5.1, and 2.2% had died by the time of the interview. In 28.7% a PTCA and in 16.1% a CABG was undertaken. Thirteen % of survivors did not attend the interview at the 6th month. The charts in 43% of patients lacked information on hypercholesterolemia and in 25% on diabetes. Fiftyeight % smoked cigarettes, 20% were obese (BMI ? 30 kgm²), 49% were hypertensive (SBP ? 140 and/or DBP ? 90 mmHg and/or on antihypertensive drugs), 58% had high total plasma cholesterol (? 200 mg/dL). In 57% the ratio of total cholesterol to HDL-C was over 5. In 31 % fasting blood glucose concentration was over 126 mg/dL. By the time of the interview 22.5% were stili snıoking cigarettes and 17% obese, 44% had high blood pressure, 41% high total plasma cholesterol, 44% high total cholesterol/HDL-C ratio, and 16% high fasring blood glucose concentration. Reported aspirin use was 78% in the hospital and 74% at the 6th month. The figures for beta-blockers were 49% and 28.5%, for ACE-inhibitors 38% and 17.8%, nitrates 67% and 47%, calcium channel blockers 22% and 24.8%, statins 23% and 27%, respectively. Every 2 patients out of 5 were not on diet and were leading a sedentary life-style. Risk factor modification and reported drug therapy were even more unfavorable in the revascularized (PTCA and CAGB) group. It was concluded that by means of effective risk factor modification and appropriate use of prophylactic drugs, there remains stili a great potential for cardiologists and physicians to reduce further the mortality and morbidity in Turkish patients with established coronary heart disease.

3.Factors Affecting Regional Myocardial Function in Patients with Chronic Critical Coronary Artery Stenosis or Occlusion
A. Aziz KARADEDE, Y.M.Sıddık ÜLGEN, Murat SUCU, Sait ALAN, Nizamettin TOPRAK
Pages 282 - 288
Akut miyokard infarktüsünden sonra kollateral ve antegrad akımın bölgesel fonksiyonlar üzerine etkisi oldukça fazla araştırıldığı halde, kronik koroner arter lezyonu olanlarda bunların ve diğer bazı faktörlerin bölgesel miyokard fonksiyonlarına etkileri hakkında araştırmalar yetersiz ve oldukça çelişkilidir. Çalışmamızda, kronik sol ön inen koroner arter (LAD) darlığı olanlarda bölgesel miyokard fonksiyonlarına, kollateral akımın, antegrad akımın, darlığın derecesinin ve yerinin (proksimal, orta) etkilerini araştırdık. Bu amaçla hastanemiz kateter Iaboratuarında koroner anjiyografi ve ventrikülografisi yapılan 121 hasta incelendi. Bunlar üç gruba bölündü. Grup A (n=l4); normal koroner anjiyografi ve ventrikülografisi olan kontrol grubunu, grup B (n=65); LAD'de %75 ve üstünde kritik darlığı olan ve grup C (n=42); LAD'si tam tıkalı olan hastaları içermekteydi. Sol ön inen arter bölgesi anterobazal, orta anterior, anteroapikal ve apeks olarak dört bölgeye ayrıldı. Her bölgenin duvar hareketi sistol ve diyastol sonu hemiaksiyal uzunluğundaki fraksiyonel kısalma ile değerlendirildi . Grup C'de tüm segmentlerin bölgesel fonksiyonları grup A ve B'ye göre oldukça kötüydü. Grup B'de her bölgenin fonksiyonuna TIMI antegrad akımın oldukça önemli etkisi vardı. Ayrıca Grup B, LAD darlığı %75-90 arası ve %90'nın üstü olarak iki alt gruba ayrıldığında, orta anterior ve anteroapikal segmentlerin bölgesel fonksiyonları %75-90 arası LAD darlığı olanlarda daha iyiydi. Grup B'de bölgesel fonksiyonlar üzerine lezyonun yerinin ve kollateral akımın (özellikle %90'nın üstündeki darlıklarda) derecesinin etkisinin olmadığı görüldü. Grup C'de ise antegrad akım ile bölgesel fonksiyonlar arasında herhangi bir ilişki yoktu. Bunlarda kollateral akımın derecesi bölgesel fonksiyonlar üzerine oldukça etkiliydi. TIMI 3 akımı olanların TIMI 2 ve 1'e göre sol ventrikül fonksiyonları tüm bölgelerde daha iyiydi. TIMI 1 ve 2 arasında anlamlı bir farklılık yoktu. Yine bu grupta proksimal yerleşimli LAD darlıklarında anterobazal bölgenin fonksiyonları orta kısımdakilere göre daha kötü olma eğilimindeydi. Sonuç olarak, kritik LAD darlığı olanlarda bölgesel fonksiyonlar üzerine antegrat akım ve darlığın şiddeti etkiliyken (özellikle orta anterior ve anteroapikal bölgeye), LAD tam tıkalı olanlarda bölgesel fonksiyonlara kollateral akımın derecesi ve lezyonun yerleşim yerinin (özellikle anterobazal bölgeye) etkisi vardır.
Although the effects of collateral and antegrade flow on regional functions after acute myocardial infaretion have been intensively investigated, the effects of these and some other factors on regional myocardial functions in patients with chronic coronary artery lesions have not been adequately interrogated yet and results remains rather controversial. In our study, we have investigated effects of collateral and antegrade flow and degree and location of stenosis (proximal or middle) on regional myocardial functions in patients with chronic left anterior descending (LAD) artery stenosis. For this purpose 121 patients whose coronary angiography and ventriculography were performed in our catheterization laboratory were divided into three groups. Group A, control group (n= 14) was consisted of patients with normal angiographic and ventriculographic evaluation. Group B had patients with critical narrowing >%75 in LAD (n=65) and group C had patients with total occlusion in LAD (n=42). Regional wall motion was expressed as the fractional changes from end-systolic to enddiastolic hemiaxial length. The territory of LAD was divided into four segments as anterobasal, mid anterior anteroapical and apex. Regional function of all segments in group C were very low compared to group A and B. In group B, there was a significant effect of TIMI antegrade flow to each regional function. Moreover, a subgroup analysis considering LAD stenosis between %75-90 and >%90 demonstrated a better mid anterior and anteroapical function in the former. Location of the lesion and collateral flow in group B and antergrade flow in group C had no relation with regional function , but collateral flow in group C had significant relation. Patients with TIMI 3 flow had better left ventricular functions in all segments compared to TIMI 1 and 2 patients whereas, no significant difference was demonstrated between TIMI 1 and 2 patients. Furthermore, in this group, anterobasal function in proximal LAD lesions were worse tendeney than those in the middle. Conclusively, antegrade flow and severity of stenosis have effective on regional function (especially in mid anterior and anteroapical) in patients with critical LAD stenosis whereas, the degree of collateral flow and location of the lesion have a significant effect on regional function in patients with total LAD occlusion (especially in anterobasal region).

DERLEME
4.The Relationship Between QT Dispersion and Serum Insulin, Glucose Levels
Y.M.Kemal EROL, Y.İlyas ÇAPOĞLU, Y.Engin BOZKURT, Y.Zuhal UMUDUM, Necdet ÜNÜVAR, Necip ALP
Pages 289 - 292
QT dispersiyonu (QTD) ventrikül miyokardının repolarizasyon inhomojenitesini yansıtan noninvazif bir yöntem olarak son yıllarda sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışma serum glukoz ve insülin düzeylerinin QTD ve kalp hızı ile düzeltilmiş QTD (QTcD) üzerine bir etkisi olup olmadığını araştırmak amacı ile yapıldı. Sağlıklı 22 gönüllü olguda (5 kadın, 17 erkek; yaş orlalanıası 48.7±10.1 yıl) 75 gram glukoz ile yapılan oral glukoz tolerans testi (OGGT) esnasında 0,30,60,90 ve 120. dakikalarda QTD,QTcD, serum glukoz ve c peptid düzeyleri ölçüldü. QTD sırası ile 15.6±5.1, 30.4±9.5, 35.8±11.8, 26.4±9.5 ve 20.6±7.3 ins bulunur iken; QTcD sırası ile 17.3±5.1, 34.6±ll.2, 40.4±13.5, 30.1±11.0 ve 22.7±8.0 ms olarak bulundu. Serum insülin düzeyi ile QTD (r:0.44.p<0.001) ve QTcD arasında (r:0.45.p<0.001) anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Benzer şekilde serum glukoz düzeyi ile de QTD (r:0.4l,p<0.001), ve QTcD arasında (r:0.36, p<0.001) anlamlı pozitif korelasyon mevcuttu. 60.dakikada c-peptid piki ile birlikte QTD'nun en uzun seviyeye ulaştığı ve insülindeki azalma ile QTD'n da azaldığı saptandı . Hiperglisemi ve hiperinsülineminin QTD ve QTcD'de uzamaya neden olduğu ve bu uzamanın muhtemelen insülinin kardiyak hücre membran potansiyelini modüle edici etkisine bağlı gelişmiş olabileceği kanaatine varıldı.
QT dispersion (QTD) and rate-corrected QTD (QTcD) reflect inhomogeneity of repolarization of the ventricular myocardium. This study was performed to evaluate the relationship between blood insulin c-peptide, glucose levels and QTD,QTcD. In twenty-two healthy volunteers ( 17 male, 5 female; mean age 48.7±10.1 year) QTD, blood glucose, c-peptide levels were measured O, 30, 60, 90 and 120 minutes after 75 g oral glucose load. QTcD was calculated with the Bazett's formula. Mean values for QTD were 15.6±5.1, 30.4±9.5, 35.8±11.8, 24.6±9.5, 20.6±7.3 ms and for QTcD were 17.3±5.l, 34.6±11.2, 40.4±13.5, 30.1±11.0, 22.7±8.0 ms. Blood glucose averaged 81.8±16.1, 125.1 ±33.8, 160.3±38.8, 158.1±64.8, 122.5±54.5 mg/dL; and c-peptide 2.2±0.6, 6.3±1.9, 9.7±1.6, 9.3±2.7, 8.1±3.3 ng/dL, respectively. There was a positive correlation between c peptide level and QTD (r=0.412, p<0.01), QTcD (r=0.431,p<0.005) and between glucose level and QTD (r=0.512, p<0.001), QTcD (r=535, p<0.001). QTD and QTcD at the 60th min after glucose load were at the highest level. There was a parallel shortening of the QTD, QTcD with the c-peptide, glucose decrease. This study indicated that QTD and QTcD get longer with hyperglycemia and hyperinsulinemia and probably this effect is due to the modulation of cardiac cell membrane potential by insulin.

5.Immunologic Effect of Antihypertensive Therapy in Patients with Essential Hypertension
I. G. ALİZADE, N. T. KARAYEVA-ALİYEVA
Pages 293 - 295
Esansiyel hipertansiyonu olan kişilerde hipertansiyonun bazı immünolojik bozuklarla birlikte bulunabileceği gösterilmiştir. Antihipertansif tedavinin immün sistem üzerine etkisini araştıran çalışmalar sınırlıdır. Bu çalışmada farklı antihipertansif ilaçların immün sistem üzerine etkileri araştırılmıştır. Kalsiyum kanal blokeri (nifedipine), alfa bloker (prazosin), ACEİ (kaptopril), diüretik (hidroklortiyazid) ve beta bloker (praplanolol) ile tedavi edilen 169 hipertansif hastada tedavi öncesi ve sonrası oluşan immün değişiklikler immünglobülin, T, B ve O lenfosit ve CIC tayini yapılarak araştırılmıştır. Tedavi öncesi hipertansif kişilerdeki immün değişiklikler aynı yaş ve cinsiyetteki 20 normal birey ile karşılaştırılmıştır. T lenfosit düzeylerde kontrol grubuna kıyasla hipertansiflerde tedavi öncesi ve sonrasında belirgin azalma görülürken (p<0.01) 0-lenfosit düzeylerinde belirgin artış saptanmıştır (p<0.01 ). B lenfosit düzeyleri kontrol grubu ve hipentansiflerde farklılık göstermemiştir. Hipertansiyonu olan kişilerde lgA ve lgG düzeyleri kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak yüksek bulunmuş (p<0.01 ), IgM düzeyi farklılık göstermemiştir. Yine hipertansiyonu olan kişilerde inisiyal CIC seviyesi kontrol grubuna göre anlamlı yüksektir (p<0.05). Farklı antihipertansiflerle tedavi sonrasında kalsiyum kanal blokerleri ve alfa blokerlerin immün sistem üzerine nötr, beta blokerler ve özellikle ACEİ'nin pozitif, diüretiklerin ise negatif etkilerinin o lduğu saptanmıştır. Diüretik tedavi görenlerde T lenfosit değeri belirgin olarak azalmış (p<0 .001), B lenfosit miktarında belirgin artış (p<0.001) saptanmıştır. lgA, lgG ve CIC seviyelerinde de anlamlı artış olduğu görülmüştür.
Essential hypertension coexists with immune system disturbances of cellular as well as humoral links. We propose to consider these disturbances for administering hypertensive therapy as the potential benefit of blood pressure reduction may be compromised if immune system parameters are deteriorated on the background of treatment. Thus, thiazide diuretics result in unfavourable changes of immune system; in contrast to them, calcium channel blockers and alpha- blockers are "immunoneutral" and only ACE inhibitors possess a favourable effect of varying degree on the immune state of hypertensive patients.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
6.The Determinants of Systolic Pulmonary Venous Flow Reversal by Transthoracic Pulsed Doppler in Mitral Regurgitation: Its Value in the Quantification of the Severity of Regurgitation
Mehmet EREN, Osman BOLCA, Bahadır DAĞDEVİREN, Tugrul NORGAZ, Tuna TEZEL
Pages 296 - 301
Sistolik pulmoner venöz ters akım (SPVTA ) mitral yetersizliğinde (MY) esas olarak transösofageal ekokardiyografik çalışmalarda gösterilmiştir. Ciddi MY için transtorasik ekokardiyografi ile elde edilen SPVTA 'ın değerini inceleyen çok az sayıda çalışma vardır. Bu çalışmada , MY'de transtorasik ekokardiyografi ile elde edilen SPVTA'ın belirleyicileri ve ciddiyet tayinindeki değeri araştrıldı. Metod: Çalışma hastaları, referans olarak kantitatij spektral Doppler uygulanan 50 MY'li hastadan oluşturuldu. Bu hastaların 39 tanesine kardiyak kateterizasyon yapıldı. Bütün hastalarda, SPVTA apikal dört boşluk görüntüsünde hem sağ ve hem de sol pulmoner vende değerlendirildi. Bulgular: 26 (%52) hastada SPVTA vardı. SPVTA'a sahip olan hastalarda ritm olarak AF'ye ve kateterde lll/IV. derece MY'ye sık rastlandı. SPVTA'a sahip hastalarda yetersizlik orifis alanı, yetersizlik hacmi, yetersizlik fraksiyonu, sol atriyum ve ventrikülün çap ve hacimleri SPVTA görülmeyenlere göre daha büyüktü (hepsi için p<0.05). Çok değişkenli analizde, SPVTA 'ın tek belirleyicisi yetersizlik fraksiyonu olarak bulundu (p<0.001). Ciddi MY'nin teşhisi için kullanılan SPVTA, yüksek derecede duyarlılığa, özgüllüğe ve doğruluğa sahipti (sırasıyla %89, 95 ve 92). Sonuç olarak SPVTA, MY ciddiyetinin değerlendirilmesinde faydalı bir metoddur.
Systolic pulmonary venous flow reversal (SPVFR) has been evaluated in mitral regurgitation (MR) primarily by transesophageal echocardiography (TEE). There is limited study on the value of SPVFR obtained from transthoracic echocardiography (TTE) for the quantification of MR. In this study, determinants of SPVFR and the accuracy of SPVFR obtained with TTE in determining the severity of MR were investigated. Methods: Fifty patients with MR in whom reference quantitative Doppler evaluation was carried out formed the study group. Thirty nine of them underwent cardiac catheterization. In all patients, SPVFR was evaluated by pulsed Doppler echo placed both at the right and left pulmonary vein in the apical four-chamber view. Results: The SPVFR was present in 26 (52%) patients. Atrial fibrillation, and grade III- IV MR by catheterization were more frequent in patients who had SPVFR. Patients with SPVFR had increased values for regurgitant orifice area, regurgitant volume, regurgitant fraction, and left atrium/left ventricle diameters and volumes compared to patients without SPVFR. On multivariate analysis regurgitant fraction (RF) was the single and most powerful determinant of SPVFR (p<0.001). The SPVFR had high sensitivity, specificity and accuracy for the diagnosis of severe MR (89, 95, 92%, respectively). It was concluded that SPVFR is a useful method for the evaluation of the severity of mitral regurgitation.

DERLEME
7.Percutaneous Mitral Balloon Valvulotomy in Patients With Thrombus in Left Atrial Appendage
Vedat KOCA, Tahsin BOZAT, Şenol YAVUZ, Ayhan ÖZDEMİR
Pages 302 - 305
Perkütan mitral valvülotomi mitral aygıtın uygun olduğu semptomatik mitral darlığında cerrahi tedaviye etkili ve güvenli alternatif olmuştur. Sol atriyal apendiks tromüsü mitral darlığında sıklıkla oluşmaktadır. Bu çalışmada sol atriyal apendiks trombüslü 14 olguda transözefajiyal ekokardiyografi eşliğinde perkütan mitral valvülotominin sonuçları bildirilmektedir. Olgulara 1 ay süreyle oral antikoagülan tedavi verildi. İşlem öncesi yapılan transözofajiyal ekokardiyografide 5 (%35.7) olguda trombüs saptanmadı. Dokuz olguda multiplan transözefajiyal ekokardiyografi eşliğinde perkütan valvülotomi işlemi yapıldı. Olguların 8 (%88)'i kadın ve ortalama yaş 39.7± 8.6 idi. Olguların tamamında atriyal fibrilasyon vardı. İşlem öncesi ve sonrası mitral kapak alanı, ortalama mitral gradiyent, sistolik pulmoner arter basıncı sırasıyla 0.97± 0.22 cm² p<0.01 ve 1.94± 0.27 cm² (p<0.01), 13.7±3.76 mmHg ve 3.57±1.9 mmHg (p<0.01), 69.4 ± 18.1 mmHg ve 36± 10 mmHg (p<0.01) idi. Hiçbir olguda sistemik emboli ve mortalite olmadı. Sonuç olarak sol atriyal apendiks trombüsünde perkütan mitral valvülotomi transözefajiyal ekokardiyografi eşliğinde güvenle yapılabilir.
Percutaneous mitral balloon valvulotomy (PMV) is an effective and safe alternative to surgery in patients with syptomatic mitral stenosis. Thrombus formatian in left atrial appendage (LAA) is a comman finding. We report about the results of TEE-guided valvulotomy in 14 cases with LAA thrombus. All patients were anticoagulated for one month. TEE prior to valvulotomy showed no thrombus in 5 (36%) patients. Nine paticnts underwent multiplane TEE-guided valvulotomy . Eight of them (88%) were female. Mean age was 39.7±8.6 years . All were in atrial fibrillation. Valve area, mean mitral gradient and systolic pulmonary artery pressures pre- and postoperative were 0.97±0.22 cm² vs 1.94±0.27 cm² (p <0.01) , 13.7± 3.76 mmHg vs 3.57±1.9 mmHg (p<0.01) and 69.4±18.1 mmHg vs 36±10 mmHg (p<0.0.1), respectively. None of the cases showed an embolic phenomenon or other complication.

8.Our Initial Experiences on Intracoronary Pressure and Myocardial Fractional Flow Reserve Measurements in Intermediate Lesions
Murat ÖZDEMİR, Timur TİMURKAYNAK, Mustafa CEMRİ, Bülent BOYACI, Rıdvan YALÇIN, Atiye ÇENGEL, Övsev DÖRTLEMEZ, Halis DÖRTLEMEZ
Pages 306 - 313
Bu yazıda, anjiyografik sınır lezyonlarda intrakoroner basınç ve miyokardiyal fraksiyone akım rezervi (mFAR) ölçümlerine ilişkin ilk klinik deneyimlerimiz özetlenmeye çalışılmıştır. Otuzbir olguda toplam 35 anjiyografik sınır lezyon (darlık derecesi %30-70) mFAR ile değerlendirildi. Basınç algılayıcı olarak 0.014 inç çaplı mikromanometre uçlu kılavuz tel, maksimum hiperemi uyaranı olarak da intrakoroner adenozin kullanıldı. Dört olguda 2 farklı, 27 olguda ise tek bir koroner arterdeki izole sınır darlıklar üzerinden mFAR hesaplandı. Değerlendirilen lezyonların 29'u de Nova, 6'sı ise stent-içi daralma idi. Anjiyografik darlık derecesi ortalama %49.7±10.1 olan bu lezyonlar üzerinden hesaplanan mFAR ortalama 0.83 ± 0.1 bulundu. Dört (%11) lezyonda mFAR 0.75'in altında iken, 31 (%89) lezyonda 0.75 ve üzerindeydi. Miyokardiyal akım rezervi ölçümü ile aynı seansta anjiyoplasti yapılan lezyonlarda, başarılı anjiyoplasti sonrası yeniden hesaplanan mFAR değerinin yükseldiği gözlendi. Olguların tümünde yüksek kaliteli intrakoroner basınç sinyalleri kaydedildi ve gerek 0.014 inç çaplı basınç algılayıcı kılavuz tel kullanımı gerekse intrakoroner adenozin injeksiyonu ile ilgili herhangi bir komplikasyon gözlenmedi. Bu bulgularla, anjiyografik sınır lezyonlarda, 0.014 inç çaplı basınç algılayıcı kılavuz tel ve intrakoroner adenozin injeksiyonu kullanılarak intrakoroner basınç ve mFAR ölçmenin oldukça pratik ve emniyetli bir yöntem olduğu kanaatine varıldı.
In this article, we tried to summarize our first clinical experience with the measurement of myocardial fractional flow reserve (mFFR) utilising intracoronary pressure recordings in coronary stenoses of intermediate severity. A total of 35 angiographically intermediate lesions (%30-70 stenosis) in 31 patients were evaluated by mFFR. Micromanometer-tipped pressure wire was used to measure intracoronary pressures, and maximum coronary hyperemia was induced by intracoronary adenosine. Isolated intermediate lesions in 2 separate coronary arteries in 4 patients and in a single coronary artery in the remaining 27 patients were evaluated by mFFR. Of the 35 lesions, 29 were de novo and 6 were in-stent stenoses. The mean diameter stenosis with coronary angiography was 49.7 ± 10.1 % and the corresponding mean mFFR was 0.83 ± 0.1. Myocardial fractional flow reserve was found to be below 0.75 in 4(11 %) and 0.75 or above in 31(89%) of the lesions. In those cases in whom mFFR was measured both before and after coronary intervention, the low preprocedural mFFR was observed to increase following a successful procedure. In all cases, high quality intracoronary pressure signals were obtained and no complications were observed with regard to both the manipulation of the 0.014 inch pressure wire and intracoronary adenosine injection. It is concluded that measurement of mFFR in coronary stenoses of intermediate severity with the use of intracoronary pressure recordings obtained through 0.0 14 inch pressure wire during maximum coronary hyperemia induced by intracoronary adenosine injection is a practical and safe technique.

DERLEME
9.Prinzmetal Angina Pectoris
Y. Ahmet ÜNALIR, Y.Bülent GÖRENEK
Pages 314 - 320
Prinzmetal angina (PA), kararlı ya da kararsız angina pektoris kadar sık görülmeyen, esas olarak vazospazmın sorumlu olduğu bir angina pektoris türüdür. Hastaların çoğunda retrosternal baskı ya da ezilme hissi şeklinde tanımlandıkları göğüs ağrısı yakınması mevcuttur. Genellikle birkaç dakika süren bu ağrı kendiliğinden ya da nitratlarla geçebilmektedir. Tanıda göğüs ağrısının varlığı, EKG'de ST segment yüksekliğinin bulunması ve bu bulguların kısa bir süre içinde gerilemesi, olay sırasında kardiyak marker'larda belirgin bir değişikliğin olmaması önemlidir. Hastalar çoğunlukla uzun etkili nitratlara ve kalsiyum kanal blokerlerine iyi yanıt verirlerse de, olgularda akut miyokard infarktüsü, hayati tehdit edici aritmiler ve ani kardiyak ölüm gibi ciddi klinik tablolar da gelişebilmektedir. Biz bu yazımızda özellikle son yıllarda üzerinde pek çok araştırmanın yapıldığı PA konusunda bazı önemli noktaları özetleyerek sunmayı hedefledik.
Prinzmetal angina pectoris is a special type of angina, not as common as stable or unstable forms of angina. Most patients suffer from feeling of retrosternal crushing or pain. Attacks last a few minutes and stop spontaneously or by administration of nitrates. Presence of chest pain, ST -segment elevation in ECG and regression of these findings with minutes, and absence of changes in cardiac enzymes are characteristics of Prinzmetal angina pectoris. Even though calcium channel blockers and nitrates are often effective in treatment, acute myocardial infarction, life-threatening arrhythmias and sudden cardiac death may occur. In this review, we attempted to summarize some important points on Prinzmetal angina pectoris.

10.A Recent Development in Invasive Cardiology: Fractional Flow Reserve (FFR)
Y.Oğuz CAYMAZ, Ahmet OKTAY
Pages 321 - 326
Koroner anjiyografi ile (görsel ya da kantitatif değerlendirme) koroner arter lezyonlarının fizyolojik önemlerini doğru olarak değerlendirmek her zaman olası değildir. Bu konuda geleneksel olarak kullanılan girişimsel olmayan yöntemlerin (egzersiz stres test, miyokard perfüzyon sintigrafisi ve stres ekokardiyografi) tanımsal sınırlılıklarının yanında anjiyografi laboratuarında uygulanamadıkları için yol açabilecekleri zamansal ve parasal ek yükleri olabilmektedir. Son yıllarda geliştirilen fraksiyonel akım rezervi (FFR) yöntemi girişimsel olmayan yöntemlerin her iki sınırlılığına da çözüm getirebilecek yeni girişimsel bir ölçüttür. FFR. lezyon ardı ve önündeki basınçların intrakoroner uygulanan farmakolojik ajanlarIa uyarılmış maksimal hiperimi sırasındaki oranı olarak tanımlanır. Lezyon ardı basınç çok ince kılavuz teller üzerine yerleştirilmiş mikro algaç yardımı ile güvenilir olarak ölçülebilmektedir. Bugüne dek koroner lezyonları fizyolojik önemlerinin anjiyografi laboratuarında belirlenmesi; bu ölçümlere dayanarak koroner girişimlerin gerçekleştirilmeleri veya ertelenmeleri; balon anjiyoplasti ve koroner stentlerin optimal uygulanmasi için rehber olmaları konularında güvenilir çalışmalar yayınlanmıştır. Yöntemin sınırlılıklarını ve bir anlamda yeni araştırma alanlarını mikrovasküler yatağı etkileyebilecek miyokard infarktüsü, sol ventrikül hipertrofisi gibi nıiyokardiyal veya diyabet gibi sistemik hastalıkların varlığı oluşturmaktadır. Bu çalışmada yöntemin kuramsal temeli, uygulama tekniği, kanıtlanmış endikasyonları ve olası araştırma alanlarından söz edilecektir.
Even quantitative coronary angiography has limitations in defining the physiologic importance of a given coronary artery lesion. The usual non-invasive stress tests (exercise stress test, myocardial perfusion scintigraphy, stress echocardiography) may have the same limitations regarding either diagnostic value or time and money consumption due to the performance in a different location other than the angiography laboratory. Recently developed fractional flow reserve (FFR) method, as an invasive tool, seems to have solutions for both. By definition, FFR is the ratio of post- and pre-lesional pressures measured at the point of maximal hyperemia induced by intracoronary infusion of pharmachologic agents. Distal pressures can be easily obtained with the help of a microtransducer mounted on usual angioplasty guidewires. Upto-date there are numerous publications confirming the application of FFR method which includes defining the physiologic İnıportance of coronary lesions; postponing the planned coronary intervention on the basis of FFR measurements; guidance for optimal PTCA or coronary stent applications. The limitations, in other words the field for new investigations, of the method are the presence of systemic or local myocardial diseases that may effect the microvascular bed of the related myocardial region. In this review the theoretical basis, application technique in the cath-lab, well-defined indications and limitations of the FFR method are discussed.

OLGU
11.Epicardial Pacemaker Wire and Anticoagulant Therapy Leading to Rectus Abdominis Muscle Hematoma
Ertan URAL, Mehmet Salih BİLAL, İhsan BAKIR, Sezer MÜNİBOĞLU KARCIER
Pages 327 - 328
Rektus ahdominis kası hematomu klinikte nadir rastlanan bir durumdur. Bu duruma yol açan en sık nedenler eksternal ve internal travmalardır. Eldeki yazıda epikardiyal pacemaker telinin yaptığı travmaya bağlı olarak gelişen iki olgu sunulmuştur. Bilgilerimize göre bu iki olgu, açık kalp cerrahisi sırasında yerleştirilen epikardiyal pacemaker telinin yaptığı travmaya bağlı olarak geliştiği bildirilen ilk rektus abdominis kası hematomu olgularıdır.
Rectus abdominis muscle hematoma is an uncommon clinical entity. The most common contributory factors are external or inte rnal traumas. In this report, two cases with rectus abdominis muscle hema toma are presented. To our best knowledge they a re the f irst two cases of rectus abdominis muscle hematoma, which occurred as a result of a ıraum a to the epigastric vessel caused by the insertion of an epicardial pacemaker wire d uring the open heart surgery.

12.Letter To the Editor
Y. Ahmet ÜNALIR, B. Görenek
Page 329
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.