ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 51 (3)
Volume: 51  Issue: 3 - April 2023
ORIGINAL ARTICLE
1.The Relationship Between Hypothyroidism and Cardiac Findings in Children With and Without Down Syndrome
Büşra Süzen Celbek, Hazım Alper Gürsu, Emine Azak, Eda Mengen, Pınar Kocaay, İbrahim İlker Çetin
PMID: 36999332  doi: 10.5543/tkda.2023.70337  Pages 163 - 167
Amaç: Down sendromu, çeşitli dismorfizmler ve doğumsal kalp hastalıkları gibi doğumsal malformasyonlarla karakterize genetik bir sendromdur. Down sendromu, hipotiroidizm ve kardiyak bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntemler: Tiroid hormon profilleri, elektrokardiyografik ve ekokardiyografik bulgular değerlendirildi. Hipotiroidi ve Down sendromlu hastalar Grup 1 olarak adlandırıldı. Down sendromlu olmayan hipotiroidili hastalar Grup 2 ve kontrol grubu Grup 3 olarak adlandırıldı. Ekokardiyografik parametreler (interventriküler septum ve sol ventrikül sistolik-diastolik arka duvar kalınlığı, sol ventrikül diastol sonu çapı, ejeksiyon fraksiyonu) vücut yüzey alanına endekslendi. Sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ) ve rölatif duvar kalınlığı (RDK) hesaplandı. RDK’sı 0.42’ye eşit veya altında olan hastalar eksantrik hipertrofi veya normal geometri, 0.42’nin üzerinde olanlar ise konsantrik yeniden şekillenme veya konsantrik hipertrofi olarak sınıflandırıldı.

Bulgular: Grup 1 ve 2’nin TSH değerleri Grup 3’e göre anlamlı olarak yüksekti. Grup 1 ve 2 arasında SVKİ açısından anlamlı fark yoktu. RDK açısından; Grup 1’deki 29 hastanın 16’sında konsantrik yeniden şekillenme, 12’sinde normal geometri, bir hastada eksantrik hipertrofi saptandı. Grup 2’de 6 hastada konsantrik yeniden şekillenme, 14 hastada normal geometri saptandı. Üç grup arasında sol ventrikül diastol sonu kalınlık açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu.

Sonuç: Down sendromlu hastalarda kardiyak morfoloji ve fonksiyonların hipotiroidizmden önemli ölçüde etkilendiği belirlendi. Down sedromunda hipertrofi varlığının miyokarttaki hücresel değişikliklerden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.
Objective: Down syndrome is a genetic syndrome characterized with various dysmorphisms and congenital malformations such as congenital heart diseases. We aimed to evaluate the relationship between Down syndrome, hypothyroidism, and cardiac findings.

Methods: Thyroid hormone profiles and echocardiographic findings were evaluated. Patients with hypothyroidism and Down syndrome were named group 1; patients with hypothyroidism without Down syndrome group 2 and group 3 was control. The echocardiographic parameters (interventricular septum and left ventricular systolic, diastolic posterior wall thickness, left ventricular end-diastolic diameter, ejection fraction) were indexed to body surface area. Left ventricular mass index and relative wall thickness were calculated. Patients with relative wall thickness equal to or below 0.42 were classified as eccentric hypertrophy or normal geometry, while those over 0.42 as concentric remodeling or concentric hypertrophy.

Results: Thyroid stimulating hormone values of groups 1 and 2 were significantly higher than those of group 3. There were no significant differences for fT4 between the groups. Interventricular septum and left ventricular posterior wall end-diastolic and end-systolic thickness were significantly higher in group 1 than groups 2 and 3. There was no statistically significant difference in left ventricular mass index between groups 1 and 2. In terms of relative wall thickness, 16 out of 29 patients in group 1 were revealed as concentric remodeling, 12 as normal geometry, 1 patient as eccentric hypertrophy. In group 2, 6 patients were revealed as concentric remodeling, 14 as normal geometry. There was no statistically significant difference of left ventricular end-diastolic thickness between 3 groups.

Conclusion: Cardiac morphology and functions were significantly affected by hypothyroidism in patients with Down syndrome. Hypertrophy in Down syndrome may be caused by the cellular changes in myocardium.

2.Comparison of Patients with Atrial Fibrillation Without Structural Heart Disease and Normal Population In Terms of Urine Catecholamines
Fuat Polat, Çağlar Koç
PMID: 36999324  doi: 10.5543/tkda.2022.16281  Pages 168 - 173
Amaç: Bu çalışmada yapısal kalp hastalığı olmayan atriyal fibrilasyon (AF) hastaları ile normal popülasyonun sempatik sinir sistemi aktivitesinin üriner metanefrin düzeyleri açısından karşılaştırılması amaçlandı.

Yöntemler: Çalışmamız yapısal kalp hastalığı olmayan, CHA2DS2VASc skoru 0 veya 1 olan paroksismal veya persistan 40 hasta ve 40 sağlıklı kontrol ile gerçekleştirildi. Çalışmaya alınan iki grup arasında laboratuvar parametreleri, demografik özellikler ve 24 saatlik idrar metanefrin düzeyleri karşılaştırıldı.

Bulgular: İdrardaki metanefrin değeri AF grubunda anlamlı olarak yüksek bulundu (AF grubu 97,50 ± 17,19 µgr / gün, kontrol grubu 74,27 ± 15,55 µgr / gün; p < 0,001). AF grubunun vücut kitle indeksi (VKİ) kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (AF grubu 27,26 ± 2,97 kg/m2, kontrol grubu 24,05 ± 2,24 kg/m2; p < 0,001). Çok değişkenli lineer regresyon analizinde VKİ (Beta: 0.266, p = 0.02) ve idrar metanefrin düzeyi (Beta: 0.522, p = 0.002) bağımsız risk faktörleri olarak bulundu. ROC analizine göre idrar metanefrin değeri (AUC = 0.834, p < 0.001) ve VKİ’nin (AUC = 0.803, p < 0.001) AF gelişimini öngördüğü belirlendi.

Sonuç: Çalışmamızda yapısal kalp hastalığı olmayan AF’li hastalarda idrar metanefrin düzeylerinin AF’si olmayanlara göre daha yüksek olduğu ve metanefrin değerlerinin AF gelişimini öngördüğü bulundu.
Objective: This study aimed to compare the sympathetic nervous system activity of atrial fibrillation patients without structural heart disease and the normal population in terms of urinary metanephrine levels.

Methods: Our study was conducted with 40 paroxysmal or persistent patients without structural heart disease and CHA2DS2VASc score of 0 or 1 and 40 healthy controls. Laboratory parameters, demographic characteristics, and 24-hour urine metanephrine levels were compared between the 2 groups included in the study.

Results: Metanephrine value in urine was found to be significantly higher in the atrial fibrillation group (atrial fibrillation group 97.50 ± 17.19 µg/day vs. control group 74.27 ± 15.55 µg/day; P < 0.001). The body mass index of the atrial fibrillation group was found to be significantly higher than the control group (atrial fibrillation group 27.26 ± 2.97 kg/m2 vs. control group 24.05 ± 2.24 kg/m2; P < 0.001). In multivariate linear regression analysis, body mass index (beta: 0.266, P =.02) and urinary metanephrine level (beta: 0.522, P = 0.002) were found to be independent risk factors. According to receiver operating characteristic analysis, it was determined that urinary metanephrine value (area under the curve = 0.834, P < 0.001) and body mass index (area under the curve = 0.803, P < 0.001) predicted the development of atrial fibrillation.

Conclusion: Our study found that urinary metanephrine levels were higher in patients with atrial fibrillation without structural heart disease than those without atrial fibrillation, and metanephrine values predicted the development of atrial fibrillation.

3.C-Reactive Protein to Albumin Ratio Predicts In-hospital Mortality in Patients with Acute Heart Failure
Mehmet Rasih Sonsöz, Nazime Karadamar, Hüseyin Çağlar Yılmaz, Zehra Eroğlu, Kadir Kasim Şahin, Yelda Özateş, Ahmet Güler, Ahmet İlker Tekkeşin
PMID: 36999327  doi: 10.5543/tkda.2022.27741  Pages 174 - 181
Amaç: Akut kalp yetersizliği, kalp yetersizliğinin yönetimi ve tedavisindeki son gelişmelere rağmen yüksek mortalite ile ilişkilidir. Son zamanlarda, C-reaktif protein/albümin oranının (CAR), düşük ejeksiyon fraksiyonlu kalp yetersizliğinde tüm nedenlere bağlı mortaliteyi öngördüğü gösterilmiştir. Ancak akut kalp yetersizliği olan hastalarda sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonuna bakılmaksızın CAR ve hastane içi mortalite arasındaki ilişki bilinmemektedir.

Yöntem: Bu retrospektif, tek merkezli kohort çalışmaya, akut dekompanse kalp yetersizliği ile hastaneye yatan 374 hasta dahil edildi. CAR hesaplandı ve değerler ile hastane içi mortalite arasındaki ilişki değerlendirildi.

Bulgular: Ortalama 10 günlük [6-17] hastane yatışı sırasında; hemod iyali z/ultr afil trasy on ihtiyacı, akut iskemik hepatit, koagülopati, ventriküler taşikardi, invaziv mekanik ventilasyon ve şok, düşük CAR (<0,78) grubuna kıyasla yüksek CAR (≥0,78) grubunda daha yaygındı. Yüksek CAR grubunda düşük CAR grubuna göre mortalite daha yüksekti (%36,7 vs %12; P < 0.001). Çok değişkenli Cox regresyon analizine göre CAR, hastane içi mortalite ile bağımsız ve anlamlı bir şekilde ilişkiliydi (hazard oranı = 1.69; %95 GA: 1.02-2.82; P = 0.042). “Receiver operating characteristic” eğrisi analizine göre CAR, hastane içi mortaliteyi tahmin edebilmiştir (hastane içi mortalite için eğri değerinin altındaki alan 0,72'dir; P < 0.001).

Sonuç: Hastaneye yatırılan akut dekompanse kalp yetersizliği tanılı hastaların yatış anındaki CAR değeri, hastane içi tüm nedenlere bağlı mortalite ile ilişkilendirilmiştir.
Objective: Acute heart failure remains at high risk of mortality despite recent advances in the management and treatment of heart failure. Recently, C-reactive protein to albumin ratio has been shown to predict all-cause mortality in heart failure with reduced ejection fraction. The association between C-reactive protein to albumin ratio and in-hospital mortality in patients with acute heart failure regardless of the left ventricular ejection fraction remains unknown.

Methods: In this retrospective, single-center cohort study, we included 374 hospitalized patients with acute decompensated heart failure. We calculated C-reactive protein to albumin ratio and evaluated the relationship between the values and in-hospital mortality.

Results: During hospitalization duration of 10 [6-17] days, need for hemodialysis/ultrafiltration, acute ischemic hepatitis, coagulopathy, ventricular tachycardia, invasive mechanical ventilation, and shock were more prevalent in the high C-reactive protein to albumin ratio (≥0.78) group compared to low C-reactive protein to albumin ratio (<0.78) group. Mortality was higher in the high C-reactive protein to albumin ratio group in comparison to the low C-reactive protein to albumin ratio group (36.7% vs. 12%; P < 0.001). C-reactive protein to albumin ratio was independently and significantly associated with in-hospital mortality (hazard ratio = 1.69, 95% CI: 1.02-2.82; P = 0.042) by multivariate Cox proportional hazard analysis. In receiver operating characteristic analysis, C-reactive protein to albumin ratio was able to predict in-hospital mortality (area under the curve value for in-hospital mortality was 0.72; P < 0.001).

Conclusion: Admission C-reactive protein to albumin ratio was associated with increased all-cause mortality in hospitalized patients with acute decompensated heart failure.

4.Evaluation of the Effect of Transcatheter Aortic Valve Implantation on Left Ventricular Function by 4-Dimensional Echocardiography
Adil Bayramoğlu, Zeynep Ulutaş, Jülide Akaycan, Şıho Hidayet, Hakan Taşolar, Mehmet Cansel, Necip Ermiş, Muhammed Erkam Cengil, Fatih Güven, Hasan Pekdemir
PMID: 36999331  doi: 10.5543/tkda.2022.47542  Pages 182 - 187
Amaç: Transaortik kapak implantasyonunun (TAVI) sol ventrikül hemodinamiği ve prognozu üzerine yararlı etkileri gösterilmiştir. Önceki çalışmalarda TAVI prosedürünü takiben sol ventrikül sistolik ve diyastolik fonksiyonu incelenmiş olmasına rağmen, özellikle korunmuş ejeksi-yon fraksiyonlu aort stenozu olan hastalarda dört boyutlu ekokardiyografik (4DE) parametreler kapsamlı bir şekilde çalışılmamıştır. Çalışmamızda TAVİ'nin miyokardiyal deformasyon üzerindeki etkisini 4DE kullanarak değerlendirmeyi planladık.

Yöntem: Korunmuş ejeksiyon fraksiyonlu ciddi aort stenozu nedeniyle TAVİ uygulanan ardışık toplam 60 hasta prospektif olarak çalışmaya alındı. Tüm hastalara TAVI işleminden önce ve 6 ay sonra standart iki boyutlu ekokardiyografi (2DE) ve 4DE uygulandı.

Bulgular: Kapak implantasyonundan 6 ay sonra, global longitudinal strain (P < 0.001), global sirkümferansiyel strain (P = 0.022), global radyal strain (P = 0.008) ve global area strainde (P < 0.001) anlamlı iyileşme gözlendi. Regresyon analizinde, diabetes mellitus olmaması ve global area strain sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonunda %10'luk bir artış göstermek için bağımsız belirleyiciler olarak belirlendi.

Sonuç: TAVİ uygulanan korunmuş ejeksiyon fraksiyonu olan hastalarda özellikle 4DE kullanımı ile 6 ay sonra sol ventrikül deformasyon parametrelerinde düzelme olmuştur. 4DE kullanımı günlük pratikte daha yaygın olmalıdır.
Objective: Beneficial effects of transaortic valve implantation on left ventricular hemodynamics and prognosis of patients have been demonstrated. Although left ventricular systolic and diastolic function following transaortic valve implantation procedure have been examined in previous studies, 4-dimensional echocardiographic parameters have not been extensively studied, especially in patients with preserved ejection fraction aortic stenosis. In our study, we planned to evaluate the effect of transaortic valve implantation on myocardial deformation using 4-dimensional echocardiography.

Methods: A total of 60 consecutive patients who underwent transaortic valve implantation for severe aortic stenosis with preserved ejection fraction were prospectively enrolled in the study. Standard 2-dimensional echocardiography and 4-dimensional echocardiography were performed in all patients before and 6 months after the transaortic valve implantation procedure.

Results: Six months after valve implantation, significant improvement was observed in global longitudinal strain (P < 0.001), spherical circumferential strain (P = 0.022), global radial strain (P = 0.008), and global area strain (P < 0.001). In the regression analysis, global area strain and absence of diabetes mellitus were determined as independent predictors to show a 10% increase in the left ventricular ejection fraction.

Conclusions: In patients with preserved ejection fraction who underwent transaortic valve implantation, left ventricle deformation parameters have improved after 6 months, especially by using 4-dimensional echocardiography. The use of 4-dimensional echocardiography should be more common in daily practice.

5.Comparison of Patients’ Admissions to the Cardiology Outpatient Clinics Between the Appointment System and the Queue System
Hatice Solmaz, Burcu Uludağ
PMID: 36999333  doi: 10.5543/tkda.2023.84343  Pages 188 - 195
Amaç: Randevu sistemi, kuyruk sisteminin zorluklarını ortadan kaldırmak için geliştirilmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. Bu çalışmada, kardiyoloji polikliniğine randevu ve kuyruk sistemi ile başvuran hastaların özellikleri incelenerek, varsa eksikliklerin giderilmesini sağlayacak verilerin eldesi amaçlanmıştır.

Yöntemler: Çalışma 2135 kardiyoloji polikliniği hastasını içermektedir. Hastalar, randevu (Grup-1) veya kuyruk (Grup-2) sistemi ile başvurularına göre iki gruba ayrılmıştır. Hem her iki grubun hem de kardiyak dışı tanı alan hastaların demografik, klinik ve başvuru özellikleri ile ilgili verileri karşılaştırıldı. Randevu alımı ile poliklinik başvurusu arasındaki zamana göre hasta verilerinin karşılaştırılması da yapıldı.

Bulgular: 1088 katılımcının %51'i kadındı. Grup-1'de kadın cinsiyet ve ≥ 18-64 yaş arası bireyler anlamlı olarak daha yüksekti. Grup-2'de takipli (P = 0.003) ve özürlü (P = 0.011) hasta oranı anlamlı olarak daha yüksekti. Kalp dışı yakınmaları olan hasta oranı Grup-1'de %40,2 iken, Grup-2'de %22,2 ile Grup-1'e göre anlamlı olarak daha düşüktü (P = 0.001). Acil servise son bir ay içinde başvuru bulunuşu Grup-2'de anlamlı olarak yüksekti (P = 0.021). Kardiyak şikayetlerin varlığı (P = 0.009) ve ziyarete gelme süresinin ≥15 gün olması (P = 0.013) acil servise başvuru bulunuşunun anlamlı bağımsız öngördürücüleri olarak saptandı. Muayene sonrası tanılar karşılaştırıldığında, Grup-2' de (%76,3), Grup-1'e (%51,5) göre daha yüksek oranda kalp hastalığı tanısı alındığı gözlendi. Randevu ile ziyaret arası 15 gün ve üzeri olan grupta kardiyak yakınması olan (%40,8) ve takip altında olan (%63) hasta oranı daha yüksekti.

Sonuç: Hastaların, randevu oluşturma sırasında, yakınma ve klinik özelliklerinin, tıbbi öykülerinin veya kardiyovasküler risk faktörlerinin göz önünde bulundurularak önceliklendirilmeleri, randevu sistemi işleyişini daha verimli hale getirebilir.
Objective: The appointment system has been developed and implemented to eliminate difficulties with queued admissions. To identify and eliminate admission gaps, this study examined the characteristics of patients who applied to the cardiology outpatient clinic via appointment and queue systems.

Methods: The study comprised 2135 cardiology outpatients. Patients were divided into 2 groups based on whether they used appointments (group 1) or the queue (group 2). Both groups’ and non-cardiac diagnosed patients’ demographic, clinical, and presentational variables were compared. Comparing patients’ characteristics by appointment-to-visit time was also done.

Results: There were 1088 female participants (51%). Female gender (54.8%) and individuals aged ≥ 18–64 (69.8%) years were significantly higher in group 1. While the rate of first admission (P = 0.003) patients was significantly higher in group 1, the rate of patients followed up (P = 0.003) and disabled (P = 0.011) was significantly higher in group 2. Patients’ rate with non-cardiac complaints was 40.2% in group 1, but it was significantly lower in group 2 at 22.2% than in group 1 (P = 0.001). Admissions to the emergency department within the last month were significantly higher in group 2 than group 1 (P = 0.021), this rate was significantly higher in favor of group 1 (P =.031) in patients with non-cardiac diagnoses. In addition, patients who requested a general examination and had no complaints were significantly higher in group 1 than in group 2 (P = 0.003). Comparing the post-examination diagnoses, it was shown that group 2 (76.3%) had a higher rate of cardiac diagnoses than group 1 (51.5%). The presence of cardiac-related complaints (P = 0.009) and appointment-to-visit time ≥ 15 days (P = 0.013) were found to be significant independent predictors of admission to the emergency department. The rates of patients with cardiac-related complaints (40.8%) and patients under follow-up (63%) were higher in the group with a gap of ≥ 15 days between appointment-to-visit time.

Conclusion: Prioritizing patients by complaints, clinical features, medical history, or cardiovascular risk factors can enhance appointment scheduling.

6.Hematological Incidies May Predict Oxidative Stress in Patients with ST-segment Elevation Myocardial Infarction
Belma Kalaycı, Ayse Ceylan Hamamcıoğlu, Süleyman Kalaycı
PMID: 36999329  doi: 10.5543/tkda.2022.37011  Pages 196 - 201
Amaç: Oksidatif stress ateroskleroz ve akut koroner sendrom gelişimi ile yakından ilişkilidir. Bu çalışmada ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü hastalarında hemogram indeksleri ile oksidatif stres parametreleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.

Yöntemler: ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü 61 hasta üzerinde yapılan çalışmamız tek merkezli, prospektif ve kesitseldi. Koroner anjiyografi öncesinde alınan peripheral ven kanından homegram indeksleri ve oksidatif stress parametrelei olan total oksidatif durum (TOS), total antioksidatif surum (TAS) ve oxidative stress indexi (OSI) incelendi. Toplam on beş hemogram indexi incelendi.

Bulgular: Çalışma hastalarının çoğu erkekti (%78) ve ortalama yaş 59,3 ± 12,2 idi. Ortalama korpüsküler hacim (MCV) değeri ile TOS ve OSI değerleri arasında negatif ve orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (r = −0,438, r = −0,490, P < 0,001). Ortalama korpüsküler hemoglobin (MCH) ile TOS ve OSI değerleri arasında negatif ve orta derecede anlamlı bir korelasyon bulundu (r = −0,487, r = −0,433, P < 0,001). Kırmızı hücre dağılım genişliği (RDW) değeri TOS ile pozitif ve orta düzeyde korele olarak bulundu (r = 0,537, P < 0,001). RDW ile OSI değeri arasında da orta düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkili bulundu (r = 0.410, P = 0,001). ROC analizinde MCV, MCH ve RDW değerlerinin TOS ve OSI değerlerini tahmin etmede başarılı olduğu bulunmuştur.

Sonuç: MCV, MCH ve RDW düzeylerinin ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüslü hastalarda oksidatif stresi öngördüğü sonucuna vardık.
Objective: Oxidative stress is closely related to the development of atherosclerosis and acute coronary syndromes. In this study, we aimed to examine the relationship between hemogram indices and oxidative stress parameters in patients with ST-segment elevation myocardial infarction.

Methods: A single-centered, prospective, and cross-sectional study was performed in 61 patients with ST-segment elevation myocardial infarction. Before coronary angiography, in the blood samples taken from the peripheral vein, hemogram indices and oxidative stress parameters such as total oxidative status, total antioxidant status, and oxidative stress index were examined. We examined a total of 15 hemogram indices.

Results: Most of the study patients were male (78%), and the mean age was 59.3 ± 12.2 years. Mean corpuscular volume value was found to be negatively and moderately significantly correlated with total oxidative status and oxidative stress index values (r = −0.438, r = −0.490, P < 0.001). A negative and moderate significant correlation was found between mean corpuscular hemoglobin and total oxidative status and oxidative stress index values (r = −0.487, r = −0.433, P < 0.001). Red cell distribution width value was found to be positively and moderately correlated with total oxidative status (r = 0.537, P < 0.001). Red cell distribution width was also found to be moderately and statistically significantly correlated with oxidative stress index value (r = 0.410, P = 0.001). In receiver operating characteristic analysis, mean corpuscular volume, mean corpuscular hemoglobin, and red cell distribution width levels have been successful in predicting total oxidative status and oxidative stress index.

Conclusions: We conclude that mean corpuscular volume, mean corpuscular hemoglobin, and red cell distribution width levels predict oxidative stress in patients with ST-segment elevation myocardial infarction.

REVIEW
7.Effect of Mitochondrial Dysfunction on Coronary Artery Disease - Part 2
Nazlı Doğan, Neslihan Çoban
PMID: 36999330  doi: 10.5543/tkda.2022.39448  Pages 202 - 211
Koroner arter hastalığının (KAH), temel nedeni olan aterosklerozun patogenezinde moleküler süreçlere ek olarak moleküler süreçler sonucunda işlevleri değişen organeller de yer almaktadır. Yakın zamanda mitokondri organelinin KAH patogenezindeki rolü araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Mitokondri; oksijenli solunum, enerji üretimi ve hücre metabolizmasında düzenleyici rolü olan, kendi genomuna sahip bir hücre organelidir. Hücrelerde mitokondri sayısı dinamik olarak değişmekte, işlevlerine ve enerji ihtiyacına göre her dokuda ve her hücrede farklı sayıda bulunmaktadır. Oksidatif stres mitokondriyal genomda ve mitokondriyal biyogenezde değişikliğe yol açarak mitokondriyal işlev bozukluğuna neden olur. Kardiyovasküler sistemde disfonksiyonel mitokondri popülasyonu KAH süreciyle ve hücre ölüm mekanizmaları ile yakından ilişkilidir. Ateroskleroz sürecinde yer alan moleküler değişimlere eşlik eden değişen mitokondri (dis)fonksiyonunun yakın gelecekte KAH’ın yeni terapötik hedefleri arasında yer alacağı düşünülmektedir.
Organelles whose functions change as a result of molecular processes are involved in the pathogenesis of atherosclerosis, which is the main cause of coronary artery disease, in addition to molecular processes. Recently, the role of mitochondria in the pathogenesis of coronary artery disease has attracted the attention of researchers. Mitochondria is a cell organelle with its own genome that plays a regulatory role in aerobic respiration, energy production, and cell metabolism. The number of mitochondria in cells changes dynamically, and there are different numbers of mitochondria in every tissue and every cell, depending on their function and energy needs. Oxidative stress causes mitochondrial dysfunction by leading to alterations in the mitochondrial genome and mitochondrial biogenesis. The dysfunctional mitochondria population in the cardiovascular system is closely related to the coronary artery disease process and cell death mechanisms. It is thought that the altered mitochondria (dys)function accompanying the molecular changes in the atherosclerosis process will be among the new therapeutic targets of coronary artery disease in the near future.

CASE REPORT
8.Primary Right Atrial Cardiac Angiosarcoma in Patient With Poland Syndrome: Case Report and Review of the Literature
Tuğba Çetin, Levent Pay, Tugay Kamber, Ufuk Gürkan
PMID: 36999325  doi: 10.5543/tkda.2022.23460  Pages 212 - 216
Bu yazıda, sağ atriyal kardiyak anjiyosarkom gelişen Poland sendromlu 24 yaşındaki bir kadın olgu sunulmaktadır. Nefes darlığı ve göğüs ağrısı şikayetleri ile hastaneye başvuran hastanın görüntüleme tetkiklerinde sağ atriyuma yapışık büyük bir kitle saptandı. Tümörü çıkarmak için acil ameliyat yapıldı ve daha sonrasında hastaya adjuvan kemoterapi uygulandı. Hastanın takiplerinde tümör belirtisi veya tedaviden kaynaklanan herhangi bir komplikasyon görülmedi. Poland sendromu başlıca pektoralis majör kasının hipoplazisi, ipsilateral değişken derecede üst ekstremite deformiteleri ve göğüs malformasyonları ile karakterize, konjenital bir sendromdur. Sendromun nedeni bilinmediği için hastaların maligniteye yatkınlığı olmasa da, bu hastalarda farklı patolojiler görülebilir. Sağ atriyal kardiyak anjiyosarkom nadir bir malignitedir ve literatürde Poland sendromu ilişkisi iyi bir şekilde belirlenememiştir. Bu olgu sunumu, kardiyak semptomlarla başvuran Poland sendromlu hastalarda kardiyak anjiyosarkomun olası bir tanısı göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamaktadır.
This article presents the case of a 24-year-old woman with Poland syndrome who developed primary right atrial cardiac angiosarcoma. The patient presented to the hospital with dyspnea and chest pain, and imaging studies revealed a large mass attached to the right atrium. Urgent surgery was performed to remove the tumor, and the patient underwent adjuvant chemotherapy afterward. Follow-up exams showed no signs of the tumor or any complications from treatment. Poland syndrome is a rare congenital disorder characterized by the absence of unilateral large pectoral muscle, ipsilateral symbrachydactyly, and other malformations of the anterior chest wall and breast. Although the condition does not predispose patients to malignancy, different pathologies can be seen in these patients due to the unknown etiology of the syndrome. Primary right atrial cardiac angiosarcoma is a rare malignancy, and its coexistence with Poland syndrome has not been well established in the literature. This case report highlights the need to consider cardiac angiosarcoma as a possible diagnosis in patients with Poland syndrome who present with cardiac symptoms.

9.An Unusual Complication in 3 Cases: Renal Subcapsular Hematoma Following Percutaneous Angioplasty
Mehmet Cingöz, Tevfik Güzelbey, Uğur Demir, İlhan Mutlu, Özgür Kılıçkesmez
PMID: 36999328  doi: 10.5543/tkda.2022.33413  Pages 217 - 220
Renal arter darlığı, sekonder hipertansiyonun önde gelen nedenidir. Perkütan tedavi seçenekleri güvenli ve etkilidir ancak nadiren renal subkapsüler hematom gibi komplikasyonlara neden olabilir. Bu tür komplikasyonların farkındalığı daha iyi bir hasta yönetimi sağlayacaktır. Girişim sonrası subkapsüler hematomların tel perforasyonuna sekonder olarak oluştuğuna inanılsa da bu sunumda tel perforasyonundan ziyade reperfüzyon hasarı bulgusu gösteren üç olgu prezente ediyoruz.
Renal artery stenosis is the leading cause of secondary hypertension. Percutaneous treatment options are safe and effective but can, in rare cases, entail possible complications such as renal subcapsular hematoma. Awareness of such complications will enable better management. Although post-intervention subcapsular hematomas are believed to occur secondary to wire perforation, in this report, we present 3 cases demonstrating reperfusion injury findings rather than wire perforation.

10.Percutaneous Treatment of Left Main Coronary Artery Compression in a Pulmonary Artery Hypertension Patient Associated with Atrial Septal Defect
Muhammed Furkan Deniz, Ümit Yaşar Sinan, Ahmet Yıldız, Emir Barış Özgür Ökçün, Mehmet Serdar Küçükoğlu
PMID: 36999326  doi: 10.5543/tkda.2022.26096  Pages 221 - 225
Son yıllarda tedavideki tüm gelişmelere (yeni ajanlar ve yeni kombinasyon stratejileri) rağmen, pulmoner arteriyel hipertansiyon kötü seyirli ölümcül bir hastalık olmaya devam etmektedir. Hastalar, hastalığa özgü olmayan çeşitli semptomlarla (nefes darlığı, anjina, çarpıntı ve senkop) sağlık kuruluşlarına başvurmaktadırlar. Anjina, artmış sağ ventrikül art yüküne ikincil miyokardiyal iskemi (oksijen arz ve talep uyumsuzluğu) veya sol ana koroner artere dışarıdan bası nedeniyle oluşabilir. Sol ana koroner arter basısı, pulmoner arteriyel hipertansiyon hastalarında, egzersiz sonrası ani kardiyak ölümle ilişkilidir. Pulmoner arteriyel hipertansiyon hastalarında anjina ayırıcı tansında akılda tutulmalı ve acilen tedavi edilmelidir. Burada, genişlemiş bir pulmoner arterin neden olduğu ostial sol ana koroner artere bası ile başvuran ve intravasküler ultrason eşliğinde perkütan koroner girişim ile tedavi edilen sekundum tipi atriyal septal defekt ile ilişkili pulmoner arteriyel hipertansiyon hastasını sunuyoruz.
Pulmonary arterial hypertension is still a fatal disease persisting with poor prognosis, despite all the advances in treatment (new agents and new combination strategies) in recent years. Patients present with different symptoms which are not specific to the disease (dyspnea, angina, palpitation, and syncope). Angina may occur secondary to myocardial ischemia due to increased right ventricular afterload (oxygen supply and demand mismatch) or external compression on the left main coronary artery. Left main coronary artery compression is associated with post-exercise sudden cardiac death in pulmonary arterial hypertension patients. It should be kept in mind in the differential diagnosis of angina in patients with pulmonary arterial hypertension and should be treated immediately. Here, we report a pulmonary arterial hypertension patient associated with secundum-type atrial septal defect presented with ostial left main coronary artery compression caused by an enlarged pulmonary artery and treated with intravascular ultrasound-guided percutaneous coronary intervention.

CASE IMAGE
11.A Fully Malfunctioning Implantable Cardioverter-Defibrillator Device
Serkan Çay, Meryem Kara, Özcan Özeke, Firat Ozcan, Serkan Topaloglu
PMID: 36999323  doi: 10.5543/tkda.2022.13701  Pages 226 - 228
Abstract |Full Text PDF | Video

EDITORIAL
12.Comments on Cardiology
Ertan Ural
PMID: 36999334  doi: 10.5543/tkda.2023.12905  Pages 229 - 230
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.