ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 28 (10)
Volume: 28  Issue: 10 - October 2000
1.Summaries of Articles

Pages 594 - 597
Abstract |Full Text PDF

2.The Effect of Homocysteine-Lowering Therapy on Vascular Endothelial Function and Myocardial Ischemic Burden in Coronary Patients with Hyperhomocysteinemia
Mehmet AKSOY, İlyas AKDEMİR, Ş.Nur AKSOY, Mete ÖÇ, Metin GÜRSÜRER, Ayşe EMRE, M.Vefik YAZICIOĞLU, Müjgan B. MİHMANLI, Macit KOLDAŞ, Birsen ERSEK
Pages 598 - 606
Çalışmamızda, yüksek plazma homosistein düzeyine sahip koroner arter hastalarında, homosistein düşürücü tedavi (HDT) ile homosistein düzeyinde sağlanan düşmenin endotele bağlı vazodilatasyonda iyileşmeye, bunun da miyokardın iskemi yükünde azalmaya yol açıp açmadığı araştırıldı. Sol ön inen arterde en az %70 darlık nedeniyle koroner anjiyoplasti (PTCA) randevusu verilen, toplam 16 erkek hasta (plazma homosistein düzeyi >15 pmoi/L) çalışmaya alındı. PTCA gününe kadar (4.8±0.9 hafta), hastalardan 9 'u HDT (0.4 mg folik asid, 2 mg B6 vitamini, ve 6 pg B12 vitamini), 7'si plasebo alacak şekilde randomize edildi. Başlangıçta ve tedaviden 1 ay kadar sonra hastaların tümüne noninvazif olarak brakial arter endotel fonksiyonu incelemesi ve egzersiz TI-201 sintigrafisi uygulandı. Miyokard iskemi yükünün kantitatif göstergeleri olarak SPECT görüntülerde polar haritadan elde edilen maksimal pelfüzyon defekti ve redistribüsyon gradyenti kullanıldı. PTCA başlangıcında hastaların tümünün kontrol anjiyografileri yapıldt. Bir aylık tedavi sonucunda , HDT grubunun plazma homosistein düzeyinde anlamlı düşüş görülürken (21.2±5, 11.8±3.1 pmo/L; p=0.008) plasebo grubunun plazma homosistein düzeyinde değişme saptanmadı (19.9±5, 20.2±7 pmo/L; p=AD). HDT grubunda, hiperemi ile indüklenen endotele bağlı vazodilatasyonda tedavi sonrası anlamlı artış tespit edildi (%3 .8±1.3, %9.2±2.2; p<0.0001). Plasebo grubunda ise değişme olmadı (%3.7±1.3, %3.8±1.6; p=AD). Nitrogliserin ile indüklenen endotelden bağımsız vazodilatasyonda ise hem HDT grubunda (%12 .3±2.4, %13.1±1.9; p=AD) hem de plasebo grubunda (%13 .2±2.2, %12.9±2.8; p=AD) başlangıç ve tedavi sonrası değerler arasında anlamlı fark saptanmadı. Egzersiz TL-201 sintigrafisinde, HDT grubunda, tedavi ile maksimal perfüzyon defektinde %52±2l'den %42±17'ye (p=0.004), redistribüsyon gradyentinde %24.8±13'den %16.7±8'e (p=0.006) anlamlı düşüş bulunurken, plasebo grubunda herhangi bir değişme görülmedi. Hem HDT grubunda (%81±9, %82±11 ; p=AD), hem de plasebo grubunda (%79±8 , %80±9: p=AD) başlangıçtaki ve sonraki anjiyografik darlık yüzdesi açısından anlamlı fark yoktu. Ek olarak, HDT grubunda, plazma homosistein düzeyinde görülen düşmenin miktarı ile endotele bağlı vazodilatasyondaki değişim (r= - 0.63, p=0.05); yine, enelotele bağlı vazodilatasyondaki değişim ile maksimal perfüzyon defekti (r= -0.65, p=0.05) ve redistribüsyon gradyentindeki (r= -0.67, p=0.04) deği şimler arasında anlamlı negatif bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak, plazma homosistein düzeyi yüksek koroner arter hastalarında, tedavi ile homosistein düzeyinin düşürülmesinin endotele bağlı vazodilatasyonu iyileştireceği, bunun da egzersizle indüklenen miyokard iskemisini azaltabileceği kanısına varıldı.
This study was performed to determine whether homocysteine-lowering therapy (HLT) improves endothelium-dependent vasodilation and whether this results in a reduction in myocardial ischemic burden in patients with coronary artery disease. Sixteen male patients (plasma homocysteine levels > 15 µmol/L) on a waiting list for routine coronary angioplasty (PTCA) of a focal stenosis at least 70% in the left anterior descending artery were studied. Patients were randomized to receive HLT (n=9, 0.4 mg of folic acid, 2 mg of vitamin B6, and 6 µg of vitamin B12) or placebo (n=7) until the time of PTCA (mean 4.8±0.9 weeks). At baseline and after four weeks of HLT, brachial artery vasomotion was assessed noninvasively and exercise Tl-201 scintigraphy was performed in each patient. Myocardial ischemic burden was defined as maximal perfusion defect and redistribution gradient of perfusion abnormality on the polar map display. All patients had a follow-up angiogram at the time of PTCA. Plasma homocysteine levels were significantly reduced by HLT compared with baseline (21.2±5 vs. 11.8±3. 1 µmol/L; p<0.008) whereas placebo had no effect (19.9±5 vs. 20.2±7 µmol/L; p=NS). HLT produced a marked improvement in endothelium dependent, flowmediated dilation, from 3.8±1.3% to 9.2±2.2 (p<0.0001). There was no significant change in flow-mediated dilation with placebo (3.7±1.3% vs. 3.8± 1.6%; p=NS). Endothelium-independent, nitroglycerin-induced dilation was similar in the HLT (12.3±2.4% vs. 13.1±1.9%; p=NS) and placebo (13.2±2.2% vs. 12.9±2.8%; p=NS) groups compared with baseline. HLT resulted in significant reductions in maximal perfusion defect, from 52±21% to 42±17% (p=0.004) and in redistribution gradient, from 24.8± 13% to 16. 7±8% (p=0.006) whereas placebo did not. The severity of stenosis was not different between the initial and follow-up angiograms in HLT (81±9% vs. 82± 11 %; p=NS) and placebo (79±8% vs. 80±9%; p=NS) groups. In addition, the degree of reduction in plasma homocysteine level was negatively correlated with endothelium dependent vasodilation (r=-0.63, p=0.05). Improvement in endothelium dependent vasodilation was also negatively correlated with maximal perfusion defect (r=-0.65, p=0.05) and redistribution gradient (r=-0.67, p=0.04). In conclusion, lowering plasma homocysteine levels with HLT improves endothelium-dependent vasodilation and this may result in a reduction in exercise-induced myocardial ischemia in coronary patients with hyperhomocysteinemia.

DERLEME
3.Myocardial Ischemia in Patients with Slow Coronary Artery Flow Assessed by Coronary Sinus Blood Lactate Levels
Vedat DAVUTOĞLU, Nuri KURTOĞLU, İsmet DİNDAR
Pages 607 - 611
Koroner anjiografi esnasında injekte edilen opak maddenin normal koroner arterlerde yavaş olarak ilerlemesi "koroner yavaş akım" olarak bilinmektedir. Hastalığın patofizyolojisinden mikrovasküler arteriollerde artmış rezistans sorumlu tutulmaktadır. Koroner yavaş akım ve miyokard iskemisi arasındaki ilişki halen tartışmalı bir konudur. Bu çalışmada koroner yavaş akımın metabolik açıdan iskemi yaratıp yaratmadığı araştırıdı. Koroner anjiografi esnasında koroner arterlerinde yavaş akım saptanan 10 hasta (7 erkek, 3 kadın; ortalama yaş 48±8 yıl) çalışmaya alındı. Koroner arteryel yavaş akımın tespitinde TIMI frame count metodundan yararlanıldı. Hastalara koroner anjiografi sonrasında Bruce protakolü kullanılarak egzersiz testi yapıldı. Daha sonra hastalar elektif koşullarda hemodinami laboratuarıana alındı ve tüm hastaların kalp hızları atriyal pacing ile arttırılarak istirahat ve maksimum kalp hızlarında koroner sinüs ve aort kanından laktat düzeyleri saptandı. Koroner sinüs ve aort kanındaki laktat seviyelerinden yararlanılarak laktat ekstraksiyonu hesaplandı (LAC ao- LAC cs) / (LAC ao). Hastalara yapılan egzersiz testlerinin tümü standart kriterlerle değerlendirildi ve iskemik açıdan negatif olarak saptandı. Hastaların istirahatteki koroner sinüs kanı laktat düzeyi 9.52±1.89 mg/dl bulunurken, maksimum kalp hızında 9.33±1.68 mg/dl bulundu (p>0.05). Hesaplanan laktat ekstraksiyonu istirahat ve maksimum kalp hızında anlamlı farklılık göstermedi (0.12±0.04 vs 0.12±0.04;p>0.05). Koroner arteryel yavaş akımın metabolik açıdan miyokard iskemisi ile ilişkili olmadığı sonucuna varıldı. Bununla birlikte koroner arteryel yavaş akım ve miyokard iskemisi arasındaki ilişkinin varlığı ve bu hastalarda uzun dönem prognozunun araştırılacağı ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Slow run-off dye in the coronary arteries during selective coronary angiography is known as slow coronary artery flow (SCAF). A few studies have been performed concerning its etiology and treatment since it was defined. It is accepted that abnormal increase of resistance at the microvascular level causes SCAF. In this study, the question whether coronary slow flow is associated with myocardial ischemia was analyzed by coronary sinus blood lactate screening under atrial pacing. Ten patients with slow coronary flow (7 males, 3 females; mean age 48±8 yrs. were included in the study. TIMI frame count method was used to determine the coronary slow flow. All patients had exercise testing with using Bruce protocol after coronary angiography. We have performed atrial pacing to all patients and coronary sinus, and aortic blood samples was collected for the measurement of lactate levels during rest and peak heart rates. Lactate extraction was calculated using a formula: (LAC ao- LAC cs) / (LAC ao). All exercise tests were negative by using standard criteria. Coronary sinus blood lactate level was 9.52±1.89 mg/dl at rest and 9.33±1.68 mg/dl at maximum heart rate (p>0.05). There was no difference between lactate extraction at rest and maximum heart rate (0.12±0.04 vs 0.12±0.04; p>0.05). In conclusion, there was no metabolic evidence of myocardial ischemia obtained in patients slow coronary flow. However, there is need for further large, studies concerning the relationship betwen myocardial ischemia and coronary slow flow and also to long-term prognosis.

4.Change of QT Dispersion in Patients with Coronary Artery Disease Undergoing Aneurysmectomy
Suat ALTINMAKAS, Sezai YILDIZ, Temuçin OĞUŞ, Bahadır DAĞDEVİREN, Hüseyin GÜNDÜZ, Nurgül KESER, Oral PEKTAŞ
Pages 612 - 616
Bu çalışmanın amacı anterior miyokard infarktüsü (MI) geçirmiş anevrizması olan ve olmayan olgular arasında QTD de anlamlı fark olup olmadığını araştırmak ve anevrizmektomi yapılan olgularda QTD'daki değişimi değerlendirmekti. Bu amaçla çalışmamıza koroner "bypass" ve anevrizmektomi uygulanan anterior MI'lı 22 hasta (Anevrizma Grubu: AG) ile koroner bypass operasyonu geçiren anterior MI'lı anevrizması olmayan 15 hasta (Kontrol Grubu: KG) alınmıştır. Hastaların QTD'leri operasyondan 1 gün önce ve operasyondan 1 ay sonraki istirahat EKG'lerinden hesaplanmıştır. Aynı zamanda kalp hızına göre düzeltilmiş QT intervali ve QTD (QTcD) Bazett formülüne göre bulunmuştur. Bulgular: Operasyon öncesi QTcD AG'deki hastalarda anlamlı derecede daha yüksek (AG: 89±20 ; KG:76±19 p<0,04) olarak bulunurken; operasyon öncesi ile kıyaslandığında operasyon sonrası QTcD her iki gruptada anlamlı derecede daha düşüktü (AG: 89±20; 70±25 p<0,001; KG: 76±19; 61±22 p<0,02). Ancak operasyon ile sağlanan QTcD'deki azalmayı gruplar arasında karşılaştırdığımızda; QTcD'deki azalmanın anevrizmektomili hastalarda KG'ye oranla anlamlı derecede farklı olmadığını belirledik (AG: 19±28; KG:14±18; p>0,05). Bu sonuçlara göre QTD anevrizma varlığında anlamlı derecede uzar, fakat anevrizmektomi QTD'de revaskülarizasyon ile sağlananın ötesinde ek bir kısalma yaratmaz.
The purpose of the study was to detect whether QT dispersion (QTD) was significantly different between patients with anterior myocardial infarction (MI) with and without left ventricular aneurysm and to evaluate the change of QTD after aneurysmectomy. For this purpose, 22 patients with anterior MI who underwent aneurysmectomy and coronary bypass surgery (Aneurysm Group: AG) and 15 patients with anterior MI but without aneurysm who had undergone coronary bypass surgery alone (Control Group: CG) were included in the study. QTD of patients were calculated from resting ECG recorded 1 day before and 1 month after the operation. Also heart-rate-corrected QT interval and QTD (QTcD) were calculated from Bazett's formula. Results: While preoperative QTcD were significantly higher in patients with left ventricular aneurysm (AG: 89±20 vs. CG: 76±19; p=0,04), postoperative QTcD was significantly lower in both groups compared to preoperative QTcD (AG: 89±20 vs. 70±25; p=0,001; CG: 76±19 vs. 61±22; p=0,02). However, the decrease of QTcD provided by operation between the groups, was not significantly different in patients with aneurysmectomy from those in the CG (19±28 - 14±18; p>0,05). Hence, QTD significantly increases in the presence of left ventricular aneurysm but aneurysmectomy does not provide additional reduction in QTD beyond that obtained from revascularization.

DERLEME
5.The Relationship Between Plasma Insulin Levels and Angiographical Severity of Coronary Artery Disease
Bahattin BALCI, Mahmut ŞAHİN, Şule KARAKELLEOĞLU, Hüseyin ŞENOCAK, Sebahattin ATEŞAL, Necip ALP
Pages 617 - 621
Bu çalışmanın amacı, glukoz toleransı normal olan kararsız anjinalı erkek hastalarda plazma insülin düzeyi ile koroner arter hastalığının anjiyografik ağırlığı arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır. Anjiyografiden 2 gün önce, açlık kan glukoz düzeyi normal olan 126 hastaya standart OGTT yapıldı. Bozuk glukoz toleransı nedeniyle 24 hasta çalışmadan çıkarıldı. Glukoz toleransı normal bulunan 102 hastaya koroner anjiyografi yapıldı. Olası karıştırıcı etkisini dışlamak için anjiyografik olarak normal olan iki hasta çalışmadan çıkarıldı ve 100 hasta çalışmaya dahil edildi. Önemli koroner arter hastalığı 68 hastada saptandı (Grup I). Anjiyografik sonuçlar 32 hastada önemli koroner arter hastalığı olmadığını gösterdi (Grup II). Koroner arter hastalığının ağırlığı anlamlı koroner arter hastalığının varlığı ve total ateroskleroz skoru ile değerlendirildi. Anlamlı koroner arter hastalığı ile yaş, Lp(a), açlık insülin düzeyi ve tütün kullanımı arasında anlamlı korelasyon (sırayla r=0.34, r=0.30, r=0.28, r=0.21) saptanırken; total koroner ateroskleroz skoru ile açlık insülin düzeyi, Lp(a), yaş, 1. saat glukoz düzeyi arasında anlamlı korelasyon bulundu (sırayla r=0.26, r=0.36, r=0.90, r=0.26). Normal glukoz toleranslı ve kararsız anginalı hastalarda çok değişkenli regresyon analizinde açlık plazma insülin değerlerinin logaritması hem anlamlı koroner arter hastalığının, hem de koroner ateroskleroz skorunun anlamlı bir bağımsız belirleyicisi olarak saptandı.
The aim of this study was to investigate the relationship between plasma insulin levels and the angiographical severity of coronary artery disease in male patients with normal glucose tolerance and unstable angina. Two days before coronary angiography, a standard OGTT was performed on 126 patients with normal fasting blood glucose levels. Twenty-four patients were excluded because of impaired glucose tolerance. One-hundred-two patients with normal glucose tolerance underwent coronary angiography. To exclude possible confounding effects, angiographically normal two patients were excluded and the remaining 100 patients were included in the study. Significant coronary artery disease was determined in 68 patients (Group I). Angiographical results demonstrated that 32 patients had no significant coronary artery disease (Group II). The presence of significant coronary artery disease and total atherosclerosis score were used to determine the severity of coronary artery disease. While significant coronary artery disease was correlated with age, Lp(a), fasting plasma insulin level and tobacco consumption (r=0.34, r=0.30, r=0.28, r=0.21, respectively), total atherosclerosis score was correlated with fasting plasma insulin level, Lp(a), age and glucose level in the first hour (r=0.26, r=0.36, r=0.90, r=0.26 respectively). In multivariate analysis, log fasting plasma insulin levels proved to be a significant independent determinant both of significant coronary artery disease and of total coronary atherosclerosis score in patients with normal glucose tolerance and unstable angina.

6.Surgical Treatment of Type A Aortic Dissection: Early-Term Results
Murat Bülent RABUŞ, Kaan KIRALİ, Mustafa GÜLER, Suat Nail ÖMEROĞLU, Denyan MANSUROĞLU, Ercan EREN, Bahadır DAĞLAR, Mehmet BALKANAY, Esat AKINCI, Gökhan İpek, Ali Gürbüz, Turan BERKİ, Ömer IŞIK, Cevat YAKUT
Pages 622 - 629
Akut aort disseksiyonları, günümüzdeki tüm tıbbi ve teknolojik ilerlemelere karşın halen ciddiyetini koruyan ve erken tanıda gecikilmesi durumunda hastaların kaybedilmesine yol açan patolojilerdir. Bu çalışmanın amacı akut Stanford tip A aort disseksiyonu tanısı ile cerrahi onarım uygulanan hastaların erken dönem sonuçlarını irdelemektir. Koşuyolu Kalp Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde, Şubat 1985 ile Ocak 1999 tarihleri arasında 318 hastaya intratorasik aort anevrizması ve/veya disseksiyonu nedeni ile cerrahi girişimde bulunulmuş olunup bu hastaların 48'inde (%15.1) akut-tip A aort disseksiyonu nedeniyle cerrahi onarım uygulandı. Hastaların 40'ı (%83) erkek ve 8'i (%17) kadın, yaş ortalaması 49.9±11.1 (21-70) yıl idi. 48 hastadan 24'üne (%50) sadece çıkan aorta replasmanı yapılırken (Grup I) diğer 24'üne (%50) çıkan aorta + arkus aorta replasmanı yapıldı (Grup II). Aort kapağı 35 hastada (%73) korunurken (Grup A) 13 hastada (%27) replase edildi (Grup B). Yaşayan hastalar ortalama 2.67±1.95 yıl (1 ay-8 yıl) takip edildi. Erken mortalite oranı 11 hasta ile %22.9 iken 2 hasta (%4.2) geç dönemde kaybedildi. Toplam mortalite oranı %27.1'di. Tek değişkenli analizde hemodinamik instabilite, koroner arter hastalığı, pompa süresi, renal komplikasyonlar, majör nörolojik komplikasyonlar ve kardiyak komplikasyonlar erken mortaliteyi artırıcı risk faktörleri olarak saptandı. Çok değişkenli analizde ise ileri yaş, geçirilmiş kardiyak cerrahi girişim, pompa süresi, renal ve kardiyak komplikasyonlardan oluşan model daha yüksek bir mortalite oranı ile ilişkili bulundu. Gruplar arasında survi dağılımı açısından anlamlı bir fark saptanmadı. En sık rastlanan morbiditeler renal fonksiyon bozukluğu, nörolojik komplikasyonlar ve ritm problemleri idi. Aort kapağının korunmuş olduğu grubun preoperatif ve postoperatif ekokardiyografik parametreleri karşılaştırıldığında aort yetersizlik dereceleri arasında önemli fark saptandı (p<0.001) ve aort yetersizliğinin önemsiz dereceye indiği tespit edildi. Takip edilen 35 hastanın 31'i NYHA class I ve 4'ü class II fonksiyonel kapasiteye sahipti. Akut tip-A aort disseksiyonlarında erken cerrahi yaklaşım, hastalığın doğal seyri sırasındaki mortalite oranını anlamlı bir şekilde düşürmektedir. Mortalitenin önlenebilir değişkenlerinin dikkatle irdelenmesi önemlidir. Aort yetersizliğinin derecesi ne olursa olsun mümkün olan her durumda aort kapağını korumaya yönelik cerrahi girişim ön planda tutulmalıdır. Aort kökünün etkilendiği olgularda etekli kompozit greft ile total aort kökü replasmanı tercih edilebilir. Hasta takipleri için en az yılda bir kez TEE ve kontrastlı-CT yapılmasını geç dönem komplikasyonların erken tanısı için önermekteyiz.
Despite medical and technological improvement, acute type A aortic dissection is still a serious pathology, which causes death with any delay in early diagnosis. The aim of this study was to determine the early results of the surgical treatment of Stanford type A aortic dissection. 318 patients underwent surgical repair for intrathoracic aneurysm and/or dissection at Koşuyolu Heart and Research Hospital, between February 1985 and January 1999. Forty-eight (15.1%) of them were operated on for acute type A aortic dissection among whom 40 (83%) were male and 8 (17%) female with a mean age 49.9±11.1 years (range, 21 to 70). Only replacement of the ascending aorta (Group I) was performed at 24 (50%) patients and associated arch replacement (Group II) was performed at the other 24 (50%) patients. Aortic valve was preserved (Group A) in 35 (73%) patients and was replaced (Group B) in 13 (27%) patients. Surviving patients were followed up for 2.67±1.95 years (between 1 and 8). Early mortality was 22.9% (11 patients) and late mortality 4.2% (2 patients), total mortality rate being 27.1%. Univariate analysis showed that preoperative hemodynamic instability, coronary artery disease, extracorporeal circulation, renal complications, major neurologic and cardiac complications were statistically significant risk factors for early mortality. Forward stepwise logistic regression analysis showed that age, previous cardiac operation, extracorporeal circulation, renal and cardiac complications increased early mortality. There was no difference between groups for survival. Renal dysfunction, neurologic complications and rhythm problems were common morbidities. In Group A, aortic insufficiency regressed significantly after surgery (p<0.001). Surviving 31 patients had functional capacity in NYHA class I, and 4 had functional capacity in NYHA class II. Early surgical intervention for acute type A dissection decreases mortality rate because of the nature of the disease. It is important to determine predictors for early mortality. Sparing the aortic valve must be the first choice in all situations if possible. Flanged composite graft can be chosen when aortic root is included. TEE and CT must be performed annually for early diagnosis of late complications during follow-up.

7.Stentless Bioprosthesis in Surgical Treatment of Aortic Root: Mid-term Results
Tekin YILDIRIM, Mustafa GÜLER, Kaan KIRALİ, Suat Nail ÖMEROĞLU, Ercan EREN, Mehmet Erdem TOKER, Mehmet BALKANAY, Bahadır DAĞLAR, Esat AKINCI, Gökhan İPEK, Cevat YAKUT
Pages 630 - 634
Stentsiz biyoprotez kapaklar üstün hemodinamileri, laminar akım karakterleri, antikoagülasyona ihtiyaç göstermemeleri ve belki de daha iyi durabiliteye sahip olmaları nedeniyle diğer protez kapaklara nazaran daha avantajlıdırlar. Bu çalışmada özellikle ileri yaş hasta gurubunda aort kapak hastalıklarının cerrahi tedavisinde stentsiz biyoprotez kullanımının erken ve orta dönem sonuçları incelenmiştir. Eylül 1997 ile Nisan 2000 tarihleri arasında 10 hastaya stentsiz biyoprotez ile aort kapak replasmanı uygulandı.. Hastaların sekizi erkek, ikisi kadındı. Hastaların yaş ortalaması 63 ± 12.75 yıl (33-74) idi ve sadece bir hasta 55 yaşın altında idi. Hastaların dokuzunda xenogreft ile total aortik root replasmanı, bir hastada da subkoroner implantasyon tekniği kullanılarak aort kapak replasmanı yapıldı. Hastalar toplam 133 hasta ayı (14.8 ± 9.4 ay) takip edildiler. Bir hasta erken dönemde gelişen düşük kalp debisi nedeniyle kaybedildi (%10). Geç dönem mortalite gözlenmedi. 2 yıllık sürvi oranı %90 ± 9.5 olarak bulundu. Postoperatif AV tam blok gelişen bir hastaya kalıcı pace-maker takıldı. Hiçbir hastada biyoprotez kapağa ait herhangi bir komplikasyona rastlanmadı. Yapılan seri ekokardiyografilerde ortalama biyoprotezlere ait transvalvular gradientde belirgin düşme ve efektif orifis alanında belirgin artış görüldü. Olgu sayısının az olmasına karşın, aort kapak hastalığının cerrahi tedavisinde, özellikle de yaşlılarda, optimal durabilite, en az tromboembolik risk ve antikoagülan kullanımını gerektirmemesi bakımından biyoprotezler diğer kapaklara göre daha uygun seçenektirler.
Stentless bioprostheses with superior hemodynamics, laminar flow patterns, lack of need for anticoagulation and perhaps improved durability offer several advantages over traditional valves. The main purpose of this study was to determine early and mid-term results in surgical treatment of the aortic valve disease in elderly patients using stentless bioprosthesis. Between September 1997 and April 2000, 10 patients (8 males 2 females; mean age 63±12.7 years; range 33-74 years) received stentless bioprosthesis. Total root replacement was performed in nine patients and subcoronary implantation technique was done in one. The mean follow-up duration was 14.8±9.4 months (range, 2 to 31 months). There was one (10%) early mortality due to low cardiac output. Late mortality was not observed. Actuarial survival was 90 ± 9.5 % at two years. We did not observe any valve-related morbidity. One patient was required permanent pacemaker due to complete heart block after the operation. Decreasing of the mean transbioprosthesis gradient and increasing of the effective orifice area were demonstrated. Stentless biophrosthesis can be used safely for the replacement of aortic valve pathology, espcially in elderly patients because of optimal durability with almost not thromboembolic events and no requirement of anticoagulation.

8.Higher Efficacy of 10 mg/day of Simvastatin in Turkish Patients with Hyperlipidemia
Altan ONAT, Lale TOKGÖZOĞLU, İnan SOYDAN, Vedat SANSOY, Nevres KOYLAN, Robert W.MAHLEY
Pages 635 - 642
Hiperlipidemili Türk erişkinlerinin düşük doz simvastatin'e batılı hastalardan daha fazla duyarlı olup olmadığını araştırmak amacıyla çok merkezli bir çalışma yapıldı. 52'si kadın olmak üzere, toplam 86 kişi çalışmaya alınma kriterlerine uydukları görülerek incelemeye dahil edildi (54 ± 9 yaş). Hedef nokta olarak LDL-K düzeyindeki düşme göz önünde tutuldu. Günde 10 mg'lık simvastatin dozu uygulanmak suretiyle başlangıçta erkek ve kadınlarda yüksek olan total kolesterol (256 ve 296 mg/dl), trigliserit (184 ve 177 mg/dl), LDL-kolesterol (177 ve 214 mg/dl), HDL-kolesterol (41 ve 48 mg/dl) üzerine etkiler izlendi. Altı hafta sonunda LDL-K ortalama %31,3, TK %23, TG % 4,5 oranında düştü. HDL-K %5 oranında yükseldi. TK/HDL-K oranı 6,2'den 4,7'ye indi. Bu arada beden kitle indeksinde 28,6'dan 0,5 kg/m2'lik anlamlı bir azalma eşlik etti. Koroner kalp hastalığının varlığı veya sigara içme durumu LDL kolesterol düzeylerindeki değişiklik üzerine etkili görülmedi. İlaca bağlı yan etkiler hastaların 8'inde hafif ila orta derecede gözlemlendi. Türk erişkinlerinde 10 mg simvastatin ile sağlanan LDL-K cevabının, 4S çalışmasında yaklaşık 17 mg simvastatin dozu ile elde edilen LDL kolesterol düşüklüğüne karşılık geldiği hesaplandı. Sonuç olarak, Türk hastaların simvastatin'e batılı populasyonlara kıyasla daha duyarlı olduğu ve ilacın aynı güvenlikte görüldüğü kanısına varıldı.
This open-label single-arm multicenter prospective study tested the hypothesis whether Turkish patients were more sensitive to the LDL-cholesterol (LDL-C) lowering effect of simvastatin than Western populations. A total of 86 subjects with a mean age 54 ± 9 years (among whom 52 women) were enrolled who fulfilled the criteria of entry and exclusion. The effects of 6-week treatment period with 10 mg simvastatin a day in men and women on high baseline levels of LDL-C (177 and 214 mg/dl), total cholesterol (TC, 256 and 296 mg/dl), as well as on those of triglycerides (TG, 184 and 177 mg/dl) and HDL-C (41 and 48 mg/dl, respectively) were studied. An excellent overall mean decrease of 31.3% in LDL-C concentrations was attained with the stated low dose. Percent change values for TC, TG, and HDL-C were -23%, -4.5% and +5%, respectively, while TC/HDL-C ratio declined from 6.2 to 4.7. A significant reduction by 0.5 kg/m2 was associated in the mean body mass index. The presence of coronary heart disease or smoking status did not affect the change in LDL-C. From the data of the 4S study, it could be deduced that a 31% reduction in LDL-C would be achieved in a Scandinavian population with a daily simvastatin dose of 17 mg, a result obtained among Turks with a dose 41% less.

OLGU
9.Left Main Coronary Artery Disease Due to Primary Hypoalphalipoproteinemia in a 17-Year-Old Female
Y.M.Kemal EROL, Y.Engin BOZKURT, Y.Mahmut AÇIKEL, Sebahattin ATEŞAL
Pages 643 - 646
Yüksek dansiteli lipoprotein (HDL-K) düzeyi düşüklüğü ile koroner arter hastalığı (KAH) riski arasında ters yönlü ilişki mevcuttur. Aşırı derecede düşük HDL-K düzeyleri ile karakterize olan bazı hipoalfalipoproteinemi formları erken KAH gelişimi ile ilişkilidir. Bu makalede 17 yaşında akut miyokard infarktüsü geçiren ve sol ana koroner arter (LMCA) tam tıkanıklığı saptanan bayan olgu sunulmuştur. Başarılı koroner anjiyoplasti ve stent uygulaması ile akım sağlanan hasta, kalp yetersizliğinden 4üncü ayda kaybedildi. Ateroskleroz dışında hiçbir KAH sebebi saptanmadı. Hasta oldukça düşük HDL-K' düzeyine sahipti, LDL-K ve trigliserid düzeyleri normaldi (HDL-K 2 mg/dL, LDL-K 92 mg/dL, total kolesterol 130 mg/dL, trigliserid 180 mg/dL). Ailesinde düşük HDL-K düzeyi saptanmaması olguda primer hipoalfalipoproteinemi olduğunu düşündürmektedir. Kromozomal analiz yapılamamasına rağmen hipoalfalipoproteinemilerin diğer formlarında KAH görülmediği için, bu olguda apo A1 gen düzenlenme bozukluğu, Apo-A1ZAVALLA (Leu159ÆPro) and Apo-A1PISA (Leu141ÆArg) gibi spesifik bir nokta mutasyonu veya frameshift mutasyona bağlı primer hipoalfalipoproteinemi olabileceğini düşündürmektedir.
Low high density lipoprotein (HDL-C) levels are inversely related to risk for coronary artery disease (CAD). Some forms of hypoalphalipoproteinemias characterized by extremely low levels of serum HDL are associated with premature CAD. We report a 17-year-old female with acute myocardial infarction associated with total occlusion of the left main coronary artery at coronary angiography. A successful angioplasty and stenting was performed and flow was restored. She died 4 months after miyocardial infarction due to heart failure. No cause of CAD, besides atherosclerosis, was determined, in that case. She had extremly low levels of serum HDL-C and normal LDL-C, triglycerides (HDL-C: 2 mg/dL, LDL-C: 92 mg/dL, total cholesterol: 130 mg/dL, triglycerides: 180 mg/dL). The absence of low levels of HDL-C in her family members suggested that she might have primary hypoalphalipoproteinemia. Although we could not perform genetic analysis, we think she might have apo AI gene disarrengement, apo AI frameshift mutation or specific Apo-A1 point mutation like Apo-A1ZAVALLA (Leu159ÆPro ) and Apo-A1PISA (Leu141ÆArg) because the other forms of hypo-alphalipoproteinemias are not associated with CAD.

DERLEME
10.Aortic Root Abscess With Fistula Formation into Right Ventricular Myocardium
Kaan KIRALİ, Suat Nail ÖMEROĞLU, Denyan MANSUROĞLU, Gökhan İPEK, Cevat YAKUT
Pages 647 - 649
Aort kapak endokarditi sonrası gelişen periannuler absenin nadir görülen bir komplikasyonu, aorta ile sağ ventrikül çıkım yolu arasında meydana gelen fistüldür. Periannuler absenin eşlik ettiği infektif endokarditlerin cerrahi tedavisi halen yüksek bir mortalite ve morbidite ile birlikte yapılabilmektedir. 1999 yılında aort kapağını tutan infektif endokarditli 34 yaşındaki hasta 2 aylık antibiyotik tedavisini takiben ciddi aort darlığı ve yetersizliğine eşlik eden aorta-sağ ventrikül arası fistül nedeniyle ameliyat edilmiştir. Aort duvarının ve sağ ventrikül çıkım yolunun rekonstrüksiyonu fistülün rezeke edilerek primer kapatılması ile sağlanmıştır. 23 numara St. Jude mekanik bileflet kapak ile aort kapak replasmanı yapılan hasta halen semptomsuz olarak izlenmektedir. Aort kapağını tutan infektif endokarditin en ciddi komplikasyonu olan fistül tespit edildiği zaman cerrahi olarak onarılmalıdır.
A fistula between aorta and right ventricular outflow tract is one of the uncommon complications of periannular abscess, which develops after aortic valve endocarditis. Operation for infective aortic valve endocarditis with associated periannular abscess has high mortality and morbidity rates. After 2-month- long antibiotic therapy for infective aortic valve endocarditis, a 34-year-old man underwent operation for severe aortic valve stenosis and insufficiency with associated aortico-right ventricular myocardial fistula in 1999. Reconstruction of the aortic wall and the right ventricular outflow tract was performed by primary closure of these defects following radical resection of the abscess cavity. Aortic valve replacement was applied with 23 mm St. Jude mechanical, bileaflet prosthetic valve. Postoperative course was uneventful, and he remained asymptomatic during follow-up controls. Because it is the most serious complication, when a fistula is diagnosed after active infective aortic valve endocarditis, surgical repair should be performed.

11.Extraanatomic Correction for the Long-Interrupted Segment of the Isthmic Aorta in Adult Patients
Kaan KIRALİ, Necmettin YAKUT, Bahadır DAĞLAR, Gökhan İPEK, Cevat YAKUT
Pages 650 - 652
Çocukken düzeltici operasyon gerekeceği için, erişkinlerde kesintili aort kavsi nâdir görülen bir konjenital anomalidir. Kliniğimizde uzun kesintili aorta kavsi olan 3 erişkin hasta opere edildi. Tüm hastalarda, istmik aortanın kesilmiş segment bölümünde tüp grafo interpozisyonu yapıldı. Düzeltilen segmentlerde rezidü basınç farkı kalmadı Bypas graftı erişkin hastalarda kesintili aort kavsinin tedavisi için emin ve kolay bir metottur.
Interruption of aorta in adult patients is an uncommon congenital vascular anomaly, because it requires a corrective operation in the pediatric age group. Three adult patients were operated on at our clinic for the long-interrupted segment of the aorta. Tube graft interposition in place of the interrupted segment of the isthmic aorta was performed in all patients. They had no residual gradient at the corrected segment. Bypass grafting is a safe and easy method for the treatment of interruption of the aorta in adult patients.

12.Letters to the Editor
Vedat KOCA, Tahsin BOZAT
Pages 653 - 655
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search

Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.