ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 47 (8)
Volume: 47  Issue: 8 - December 2019
EDITORIAL COMMENT
1.The role of speckle-tracking imaging in cardiac evaluation of patients with end-stage liver disease
Flora Özkalaycı
PMID: 31802777  doi: 10.5543/tkda.2019.65338  Pages 633 - 634
Abstract | English Full Text

2.Comparison of the SCORE-Turkey and SCORE for high-risk countries: A cross-sectional analysis of patients presenting with the first episode of acute coronary syndrome
Ümit Yaşar Sinan
PMID: 31802776  doi: 10.5543/tkda.2019.98853  Pages 635 - 637
Davetli Editoriyal Yorum
Invited Editorial

ORIGINAL ARTICLE
3.Subclinical myocardial dysfunction in liver transplant candidates determined using speckle tracking imaging
Saadet Demirtaş Inci, Leyla Elif Sade, Cihan Altın, Bahar Pirat, Hilal Erken Pamukcu, Sabiye Yılmaz, Haldun Müderrisoğlu
PMID: 31802775  doi: 10.5543/tkda.2019.94728  Pages 638 - 645
Amaç: Son dönem karaciğer hastalarında (SDKH) çeşitli kardiyovasküler anormallikler olduğu bilinmektedir. Bu hastalarda istirahatte sol ventrikül (LV) sistolik fonksiyonu normal saptanmasına karşın stres sırasında bozulmaktadır. Bu bozulma subklinik miyokardiyal işlev bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle, bu çalışmada SDKH’da global LV ve sağ ventrikül (RV) fonksiyonlarını 2 boyutlu (2B) benek takibi görüntüleme yöntemi ile değerlendirmesi amaçlandı.
Yöntemler: Karaciğer nakil adayı olan 40 SDKH ile 26 sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi. Tüm hastaların standart ekokardiyografik ölçümleri yapıldı. Uzunlamasına, sirkümferansiyel ve radyal strain ölçümleri için apikal ve parasternal kısa eksen görüntü kayıtları alındı. Tüm 2B strain ölçümleri alınan kayıtlardan, çevrim dışı analiz ile hız vektör görüntüleme (VVI) yazılım paketi kullanılarak ölçüldü.
Bulgular: Apikal 4- ve 2- boşluk ölçümlerde, LV ortalama uzunlamasına strain değeri, hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha düşüktü (-16.0±%3.2 ve -17.6±%2.2, p=0.03 ve -16.2±%3.3 ve -18.7±%2.1, p=0.002). LV ortalama sirkumferansiyel strain değerlerinde gruplar arasında fark saptanmazken, LV ortalama radyal strain ve RV uzunlamasına strain değerleri hasta grubunda anlamlı derecede daha düşük saptandı (45.4±10.7 ve %52.7±10.8, p=0.01 ve -19.2±%3.5 ve -21.5±%3.6, p=0.03).
Sonuç: Karaciğer nakil adaylarında, VVI yöntemi ile global LV ve RV sistolik fonksiyonlarında subklinik bozulma tespit edildi. Bu bozulma, LV’de miyokart hasarının erken evrede olmasıyla tutarlı olan sirkumferansiyel deformasyon mekaniğinden ziyade uzunlamasına ve radyal deformasyonda saptandı.
Objective: There are various cardiovascular abnormalities in end-stage liver disease (ESLD). In these patients, left ventricular (LV) systolic function is normal at rest but deteriorates during stress. This deterioration may be due to subclinical myocardial dysfunction. This study evaluated global LV and right ventricular (RV) functions using 2-dimensional (2D) speckle tracking in patients with ESLD.
Methods: Forty liver transplant candidates with ESLD and 26 healthy individuals were included in the study. All of the patients underwent conventional echocardiographic measurement. Longitudinal, circumferential, and radial strain measurements, as well as apical and parasternal short-axis image recordings were obtained. All 2D strain measurements were measured with offline analysis using velocity vector imaging (VVI) software.
Results: In the apical 4- and 2-chamber measurements, the LV mean longitudinal strain was significantly lower in the patient group compared with that of the control group (-16.0±3.2% versus -17.6±2.2%, -16.7±3.3% versus -18.7 ±2.1 ± 2.1 %; p=0.002, respectively). The LV mean circumfe-rential strain did not differ between groups. The LV mean radial strain and RV longitudinal strain were significantly lower in the patient group (45.4±10.7 vs. 52.7±10.8%; p=0.01 and -19.2±3.5% versus -21.5±3.6%; p=0.03, respectively).
Conclusion: Subclinical impairment of global LV and RV systolic functions was determined in liver transplantation candidates using VVI. This deterioration was detected in longitudinal and radial deformation rather than circumferential deformation mechanics, which is consistent with early-stage LV myocardial dysfunction.

4.Comparison of SCORE-Turkey and SCORE for high-risk countries: A cross-sectional analysis of patients presenting with initial episode of acute coronary syndrome
Deniz Demirci, Duygu Ersan Demirci
PMID: 31802771  doi: 10.5543/tkda.2019.74580  Pages 646 - 656
Amaç: Bu çalışmada Sistematik Koroner Risk Hesaplama (Systematic Coronary Risk Estimation: SCORE) -yüksek riskli ülkeler (SCORE-YRÜ) ve SCORE-Türkiye algoritmalarının karşılaştırılması yapıldı ve Avrupa Kardiyoloji Derneği’nin (ESC) birincil korumada yayınladığı statin tedavisi önerileri incelendi.
Yöntemler: İlk akut koroner sendrom geçiren 323 hasta çalışmaya dahil edildi. Yaş, cinsiyet, sigara içiciliği, kan basıncı, toplam kolesterol ve yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) seviyelerine göre SCORE algoritmaları ile risk hesaplaması yapıldı. Statin tedavi endikasyonları ESC (2016) kılavuzuna göre belirlendi.
Bulgular: SCORE-YRÜ ve SCORE-Türkiye algoritmaları ile yapılan hesaplamalara göre belirlenen statin endikasyonlarında belirgin bir fark vardı (sırasıyla, %42.7; %39.0, p=0,012). Ancak ESC statin tedavisi başlama önerileri her iki algoritma ile de yetersiz oranlardaydı. Her iki sistemle hesaplanan 10 yıllık kardiyovasküler olay oranlarında da belirgin bir fark vardı (SCORE-Yüksek riskli ülkeler: 5.09±4.67, SCORE-Türkiye; 4.8±4.67, p<0.001). İki sistem arasındaki temel fark HDL-K ile ilişkiliydi. HDL-K seviyesi düşük olan hastalarda SCORE-YRÜ daha başarılıydı. HDL-K seviyesi yükseldikçe SCORE-Türkiye algoritmasının başarısı artıyordu (p<0.001). SCORE-YRÜ algoritması ile yapılan hesaplamada 50–59 yaş arası hastaların sadece %7.8’i “çok yüksek riskli” hasta grubunda çıkarken, <50 yaş hastaların hiçbiri “çok yüksek riskli” hasta grubunda saptanmadı.
Sonuç: AKS ile başvuran hastalarda SCORE-YRÜ algoritması ile hesaplama SCORE-Türkiye ile yapılan hesaplamadan daha iyidir. Sadece HDL-K seviyesi yüksek hastalarda SCORE-Türkiye uygun olabilir. SCORE algoritmasına göre ESC sınıflandırmaları çok yüksek riskli hasta grubunu tanımlamakta yetersizdir. Buna bağlı olarak ESC’nin statin tedavi başlama önerileri özellikle <60 yaş hastalarda yetersizdir. ECS risk sınıflandırmalarının yeniden ayarlanması ve Türk toplumu için yeni bir algoritmanın geliştirilmesine ihtiyaç vardır.
Objective: This study was a comparison of the Systematic Coronary Risk Estimation for high-risk countries (SCORE-HRC), developed by the European Society of Cardiology (ESC) using data from 12 European cohort studies, and SCORE-Turkey, aimed at assessing the statin therapy protocol for primary prevention.
Methods: A total of 323 patients who experienced their first episode of acute coronary syndrome were included in the study. The SCORE risk calculations were determined using age, sex, smoking status, blood pressure, total cholesterol, and high-density lipoprotein (HDL-C) level data. Statin treatment indications were evaluated according to the ESC guidelines (2016).
Results: There was a significant difference in the statin indication ratio calculated using the SCORE-HRC and SCORE-Turkey formulae (42.7% and 39.0%, respectively; p=0.012). However, the recommendation to begin statin therapy was insufficient with both algorithms, according to the protocol of the ESC guidelines. There was also a significant difference between the 2 systems in the 10-year cardiovascular risk estimation (SCORE-HRC: 5.09±4.67, SCORE-Turkey: 4.8±4.67; p<0.001). The primary difference between the methods was related to HDL-C. The SCORE-HRC chart was more successful if the patient’s HDL-C level was low. As the HDL-C level increased, the SCORE-Turkey formula performed better (p<0.001). According to the SCORE-HRC, 7.8% of the patients aged 50-59 years were in a “very high-risk” group, while there were no patients aged <50 years in this group.
Conclusion: The SCORE-HRC was superior to the SCORE-Turkey in patients with acute coronary syndrome. It is only appropriate to use the SCORE-Turkey algorithm for patients with a high HDL-C level. Nonetheless, the ESC SCORE classification is inadequate to determine the “very high-risk” group based on this, ESC recommendations on initiation of statin therapy is insuffiecient particularly in those <60 years of age. The ESC risk classifications should be re-evaluated and a new algorithm should be developed for the Turkish community.

5.Coronary slow flow phenomenon and microalbuminuria: Is there any relationship?
Alireza Amirzadegan, Rosa Ghaderpanah, Elham Rayzan, Arya Aminorroaya, Masih Tajdini
PMID: 31802772  doi: 10.5543/tkda.2019.82258  Pages 657 - 661
Amaç: Koroner yavaş akım fenomeninin fizyopatolojisi (KYAF) pek anlaşılmamıştır. KYAF olan hastalarda endotel disfonksiyonunu düşündüren kanıtlar bizi ortak fizyopatolojiyi aydınlatmak için endotel disfonksiyonunun bir göstergesi olan mikroalbüminüri (MAÜ) ile KYAF arasındaki ilişkiyi değerlendirmeye teşvik etti.
Yöntemler: Bu olgu kontrollü çalışmada Eylül 2016 ile Nisan 2018 arasında 15786 hasta tarandı. Tüm KYAF hastalarında göğüs ağrısı olup pozitif noninvaziv test nedeniyle koroner anjiyografi endikasyonu vardı. Hepsinde TIMI akım derecesi 2 veya düzeltilmiş TIMI kare sayısı >27 olup tıkayıcı koroner arter hastalığı kanıtı mevcut değildi. Kontrol grubunun koroner anjiyogramları tamamen normaldi. MAÜ’nün (AKO 30–300 mg/g) göstergesi olarak albümin kreatinin oranını (AKO) belirlemek için aç kalmış hastaların orta akım idrarları immünoturbidimetrik yöntemle analiz edildi. Olgu ve kontrol gruplarında MAÜ prevalansı karşılaştırıldı.
Bulgular: Koroner anjiyogramı normal 154 kontrol olgusu ve KYAF olan 46 hasta çalışmaya alındı. Kontrol grubuna göre KYAF olanlarda MAÜ prevalansı daha yüksekti (%1.9’a ve %8.7, p=0.048). Majör risk faktörleri için düzeltmeler yapıldıktan sonra bile MAÜ ile KYAF arasındaki ilişki anlamlı derecedeydi.
Sonuç: Çalışmamız MAÜ ile KYAF arasında ilişki olduğunu göstermiş ve endotel disfonksiyonunun KYAF’ye katkıda bulunduğunu doğrulamıştır. Hem tüm nedenli hem de kardiyovasküler mortalite açısından MAÜ’nün prognostik değeri nedeniyle bu bulgu son derece önemlidir.
Objective: The pathophysiology of coronary slow flow phenomenon (CSFP) is poorly understood. Evidence suggesting endothelial dysfunction in patients with slow coronary flow (SCF) led to this evaluation of a possible correlation between microalbuminuria (MAU), as an indicator of endothelial dysfunction, and CSFP in order to investigate a mutual pathophysiology.
Methods: In this case-control study, 15786 patients who presented between September 2016 and April 2018 were screened. All patients with CSFP had chest pain and coronary angiography was indicated due to a positive noninvasive test. All cases had a Thrombosis in Myocardial Infarction (TIMI) flow grade of 2 or a corrected TIMI frame count of >27 without any evidence of obstructive coronary artery disease. The patients used as controls had completely normal coronary angiograms. Fasting mid-stream urine samples were analyzed using an immunoturbidimetric assay to determine the albumin-creatinine ratio (ACR) as a surrogate of microalbuminuria (MAU) (ACR: 30–300 mg/g). The prevalence of MAU in the case and control groups was analyzed.
Results: A total of 154 individuals with a normal coronary angiogram and 46 patients with SCF were enrolled in the study. The prevalence of MAU was greater in patients with SCF than in the control group (8.7% vs 1.9%, respectively; p=0.048). Even after adjustment for major risk factors, the association between MAU and CSPF remained significant.
Conclusion: The results of this study indicated that there was a relationship between MAU and CSFP and confirmed that endothelial dysfunction is a contributing factor to CSFP. These findings are of utmost importance due to the prognostic value of MAU for both all-cause and cardiovascular mortality rates.

6.Rationale and design of the Myocardial Infarction with Non-obstructive Coronary Arteries in Turkish Population (MINOCA-TR) study
Uğur Önsel Türk, Mehdi Zoghi, Emin Alioğlu, Oktay Ergene
PMID: 31802765  doi: 10.5543/tkda.2019.24804  Pages 662 - 668
Amaç: Non-obstrüktif koroner arterlerle birlikte miyokart enfarktüsü (MINOCA) göreceli olarak yeni bir terim olup, tıkayıcı koroner arter hastalığı olmaksızın gelişen miyokart enfarktüsü (Mİ) tablosunu tanımlamaktadır. MINOCA olgularının olası yüksek sayısı göz önünde bulundurulduğunda etkin tanısal ve terapötik stratejiler ortaya konmalıdır. MINOCA demografiklerinin ve hâlihazırda kullanılmakta olan tanısal yöntemlerin ortaya konması bu süreçte ilk basamaktır. MINOCA-TR çalışmasının asıl amacı ülkemiz popülasyonunda MINOCA prevalansının, demografiklerinin, etiyolojik nedenlerin, hastane içi ve bir yıllık izlem prognozlarının belirlenmesidir.
Yöntemler: Çalışma, ulusal, çok merkezli, gözlemsel kohort çalışmadır. Üçüncü evrensel miyokart enfarktüsü tanımlamasına göre Mİ tanısı konan ve koroner anjiyografi uygulanan 1028 olgu çalışmaya alınacaktır. Bu, 32 farklı merkezden hastaları içerecek bir kohort çalışmasıdır. Tarama ve dâhil edilme viziti sonrasında taburculuk vizitleri tüm Mİ popülasyonunda gerçekleştirilecektir. MINOCA tanısı konan olgular ise, MINOCA-TR veri tabanı kaydının bir parçası olarak 3 ayrı prospektif vizit ile bir yıl süre ile takip edilecektir.
Sonuç: Bu çalışmanın kesitsel bölümü ile MINOCA olgularının demografikleri, klinik özellikleri, yönetim şekilleri ve hastane içi prognozları belirlenecektir. Oniki aylık prospektif bölüm ile de ek tanısal, prognostik ve terapötik stratejiler ortaya konacaktır. Sonuçlar görece sık rastlanan bu klinik antitenin daha detaylı anlaşılmasına, tanısal ve tedavi stratejilerinin ortaya konmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca ilgili klinik tablonun hastalık yükü toplum perspektifi açısından değerlendirilecektir. Bu verilerin ilgili popülasyona odaklanmış gelecek çalışmalara ışık tutması ve tetiklemesi beklenmektedir.
Objective: Myocardial infarction (MI) with non-obstructive coronary arteries (MINOCA) is a new term to define the syndrome of clinical evidence of MI occurring in the absence obstructive coronary artery disease. Given that there is believed to be a large number of MINOCA cases, effective diagnostic and therapeutic strategies are needed. Documentation of the demographic parameters and diagnostic methods used in existing cases is a first step. The purpose of this study is documentation of the prevalence, demographic details, and possible etiological causes, as well as inpatient and 1-year prognosis data of MINOCA patients in the Turkish population.
Methods: The MINOCA-TR Study is a national, multi-center, prospective, observational study. A sample of 1028 conse-cutive MI patients who undergo diagnostic angiography will be enrolled. This is a cohort study that will include patients from 32 different centers. After an initial screening/enrollment visit, follow-up will be performed at the time of hospital discharge for the overall MI study population. Patients diagnosed as MINOCA will be followed up with 3 prospective office or telephone visits as part of the Prospective MINOCA Registry.
Conclusion: Demographic information, clinical characteristics, management strategies, and inpatient prognostic indicators will be documented in the cross-sectional portion of the registry. Additional diagnostic data, therapeutic strategies, and prognostic relevance will be recorded in the 12 months of the prospective research. The results are expected to inform future diagnostic and therapeutic strategies and enhance understanding of the condition by highlighting the national burden of the disease from a medical and a public health perspective, as well as stimulate future research focusing on the MINOCA population.

7.Supraventricular tachycardia of the sick, a unique entity
Fuad J Habash, Peyton Card, Mohammed Eid Madmani, Bradley Boye, Hakan Paydak
PMID: 31802764  doi: 10.5543/tkda.2019.16978  Pages 669 - 673
Amaç: Bazı akut hastalarda yaşamlarında ilk kez, kısa RP aralığıyla karakterize bir supraventriküler taşikardi (SVT) atağı gelişmektedir. Çalışmamızda, bu özgün atriyoventriküler nodal re-entran taşikardi (AVNRT) tipi araştırılmıştır.
Yöntemler: Merkezimizde, kısa RP aralığı ile karakterize SVT gelişen hastaların kayıtları geriye dönük olarak taranmış ve 19 hasta saptanmıştır.
Bulgular: On dokuz hastanın hiçbirinde AVNRT veya başka bir aritmi öyküsü yoktu. Hastaların ortalama yaşı 58 olup çoğu erkekti (13/19). Hastalarda hipertansiyon (10/19), diabetes mellitus (5/19), hiperlipidemi (7/19), konjestif kalp yetersizliği (2/19), koroner arter hastalığı (3/19), obstrüktif uyku apnesi (2/19) ve aktif kanser (8/19) saptandı. Hasta kabul nedenleri cerrahi girişimin planlanmış olması (8/19), sepsis (8/19) ilaç kötüye kullanımı (2/19) ve nörolojik bozukluk (2/19) idi. AVNRT ya kendiliğinden sonlandı veya adenozin kullanıldı. Hastalar amiodaron (12/19), metoprolol (6/19) veya diltiazem (1/19) ile tedavi edildi. İzlem süresince (ortalama 370 gün), hastalar amiodaron (3/19), metoprolol (6/19) tedavisi altındaydı veya herhangi bir kalp ilacı (5/19) almamaktaydı. Beş (5/19) hasta hayatını kaybetti. Yalnızca bir hastada AVNRT tekrar etti ve hiçbir hastada ablasyon tedavisi gerekmedi.
Sonuç: “Hasta AVNRT’si” tıp literatüründe daha önce tanımlanmamıştır. İlaçlarla başarıyla tedavi edilebilir ve akut hastalık iyileştikten sonra yinelenme olasılığı düşüktür.
Objective: This study explored a unique form of atrioventricular nodal reentrant tachycardia (AVNRT) in which certain acutely ill patients have a first episode of supraventricular tachycardia (SVT) with a short RP interval.
Methods: A retrospective chart review was conducted of patients at a single institution who developed SVT with short RP and yielded 19 patients.
Results: None of the 19 patients had a prior history of AVNRT or any other arrhythmia. The mean age was 58 years, the majority of patients were male (13/19), and there was a presence of hypertension (10/19), diabetes mellitus (5/19), hyperlipidemia (7/19), congestive heart failure (2/19), coronary artery disease (3/19), obstructive sleep apnea (2/19), and active cancer (8/19). The reasons for admission were planned surgery (8/19), sepsis (8/19), drug abuse (2/19), and neurological disorder (2/19). The AVNRT either terminated spontaneously or following the administration of adenosine. The patients were treated with amiodarone (12/19), metoprolol (6/19), or diltiazem (1/19). Follow-up (mean: 370 days) details revealed that patients were on amiodarone (3/19), metoprolol (6/19), were not taking any cardiac medication (5/19), or had passed away (5/19). Only 1 patient had a recurrence of AVNRT, and none of the patients required ablation therapy.
Conclusion: “AVNRT of the sick” has not been previously described in the medical literature, to our knowledge. It can be successfully treated with medications and the chance of recurrence after resolution of the acute illness is small.

8.Electrophysiological properties of asymptomatic children and adolescents with the Wolff-Parkinson-White electrocardiographic pattern
Serhat Koca, Celal Akdeniz, Volkan Tuzcu
PMID: 31802767  doi: 10.5543/tkda.2019.41354  Pages 674 - 679
Amaç: Wolff–Parkinson–White (WPW) elektrokardiyografik paterni olan asemptomatik çocuk ve ergenlerde uygun yaklaşım konusunda halen çelişkiler bulunmaktadır. Bu çalışmada tamamen asemptomatik olan çocuk ve ergen WPW olgularının elektrofizyolojik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntemler: Nisan 2012 ile Nisan 2018 süresince, invaziv elektrofizyolojik çalışma (EFÇ) ve kateter ablasyon uygulanmış, WPW paterni olan asemptomatik çocuk ve ergenlerin, tıbbi kayıtları ve işlem verileri değerlendirildi.
Bulgular: Toplamda 149 EFÇ uygulanmış WPW paterni olan asemptomatik çocuk ve ergenin verileri geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların 39’unda (%26.2) atriyal fibrilasyon esnasında en kısa pre-eksite geçen iki RR dalgası arasındaki mesafenin (SPERRI) ≤250 ms ya da aksesuvar yol efektif refrakter periyodunun (APERP) ≤270 ms olduğu saptandı. Riskli antegrad iletim saptanan 39 hastaya ve ortodromik atiyoventriküler taşikardi indüklenen 45 hastaya ablasyon uygulandı. Ek olarak aile isteği nedeniyle 14 hastaya da ablasyon uygulandı.
Sonuç: Asemptomatik olan çocuk ve ergen WPW olgularının dörtte birinden fazlası, yüksek riskli antegrad iletim özellikleri sergilemektedir. Asemptomatik yüksek riskli çocuk ve ergen WPW olgularında ablasyon ilk sıra tedavi yöntemi olarak düşünülmelidir.
Objective: Optimal management in asymptomatic children and adolescents with the Wolff-Parkinson-White (WPW) electrocardiographic pattern is still debatable. The aim of this retrospective study was to evaluate the electrophysiological properties of asymptomatic children and adolescents with WPW.
Methods: The medical records and procedural data of asymptomatic children and adolescents with the WPW electrocardiographic pattern who underwent invasive electrophysiological study (EPS) and catheter ablation between April 2012 and April 2018 were evaluated.
Results: In all, 149 consecutive, asymptomatic children and adolescents with WPW who underwent EPS were retrospectively investigated. In 39 (26.2%) of the patients, a shortest pre-excited R–R interval of ≤250 ms during atrial fibrillation or an accessory pathway effective refractory period of ≤270 ms was found. A total of 39 patients with high-risk antegrade conduction and 45 patients with inducible orthodromic atrioventricular re-entrant tachycardia underwent catheter ablation. In addition, 14 patients underwent catheter ablation due to family preference.
Conclusion: High-risk antegrade conduction properties are exhibited by more than one-quarter of asymptomatic children and adolescents with WPW. Ablation should be considered as a first-line therapy in asymptomatic children and adolescents with high-risk WPW.

9.Motion-compensated frame rate up-conversion in carotid ultrasound images using optical flow and manifold learning
Fereshteh Yousefi Rizi, Sima Navabian, Zahra Alizadeh Sani
PMID: 31802770  doi: 10.5543/tkda.2019.69776  Pages 680 - 686
Amaç: Karotis ultrasonografisi ateroskleroz hastalığını ve komplikasyonlarını değerlendirmek için güvenilir ve invaziv olmayan bir yöntemdir. B-mod sineluplar aterosklerozun ciddiyetini ve zaman içindeki ilerlemesini değerlendirmek için yaygın olarak kullanılmasına rağmen, karotis arterin hızlı duvar hareketlerini izlemek düşük kare hızı nedeniyle yine de zorlayıcı bir konudur. Bu yazıda, manifold öğrenmeye ve optik akışa dayalı hareketi hesaba katan yeni bir karma yüksek kare hızı dönüştürme (FRUC) yöntemi sunuldu.
Yöntemler: Son on yılda, karotis ultrasonu görüntülerinin kare hızını artırmak için manifold öğrenme tekniği kullanılmış olmasına rağmen bu yöntemin kaydedilen kardiyak siklus ve karelerin sayısına bağlı olması nedeniyle, manifold öğrenmeye ve optik akışa dayalı yeni bir hibrit (karma) yöntem önerilmiştir.
Bulgular: Yerel doğrusal gömme (LLE) algoritması, ilk önce düşük boyutlu bir manifoldda ardışık kardiyak döngülerin kareleri arasındaki ilişkiyi bulmak için uygulandı. Daha sonra, optik akış hareket kestirim algoritması uygulanarak, yeniden duvar hareketlerine göre kompanse edilmiş bir kare oluşturuldu.
Sonuç: Sonuç olarak, tipik B-modu ultrason görüntülerine kıyasla karotis duvar hareketinin daha doğru bir şekilde değerlendirilebilmesi için daha fazla sayıda kare içeren bir siklus oluşturulmuştur. Sonuçlar, yeni hibrid yöntemimizin manifold öğrenmeye dayalı artırılmış kare oranı şemasına göre daha iyi bir performans gösterdiğini ortaya koymuştur.
Objective: Carotid ultrasonography is a reliable and non-invasive method to evaluate atherosclerosis disease and its complications. B-mode cineloops are widely used to assess the severity of atherosclerosis and its progression; ho-
wever, tracking rapid wall motions of the carotid artery is still a challenging issue due the low frame rate. The aim of this paper was to present a new hybrid frame rate up-conversion (FRUC) method that accounts for motion based on manifold learning and optical flow.
Methods: In the last decade, manifold learning technique has been used to pseudo-increase the frame rate of carotid ultrasound images, but due to the dependence of this method to the number of recorded cardiac cycles and frames, a new hybrid method based on manifold learning and optical flow was proposed in this paper.
Results: Locally linear embedding (LLE) algorithm was first applied to find the relation between the frames of consecutive cardiac cycles in a low dimensional manifold. Then by applying the optical flow motion estimation algorithm, a motion compensated frame was reconstructed.
Conclusion: Consequently, a cycle with more frames was created to provide a more accurate consideration of carotid wall motion compared to the typical B-mode ultrasound ima-ges. The results revealed that our new hybrid method outperforms the pseudo-increasing frame rate scheme based on manifold learning.

CASE REPORT
10.Treatment of Libman-Sacks endocarditis by combination of warfarin and immunosuppressive therapy
Mehmet Rasih Sonsöz, Rukiye Dilara Tekin, Ahmet Gül, Zehra Buğra, Dursun Atılgan
PMID: 31802766  doi: 10.5543/tkda.2019.29213  Pages 687 - 690
Antifosfolipid sendrom (AFS), negatif yüklü fosfolipidlere karşı gelişmiş antikorların varlığında arteriyel veya venöz trombotik olay ya da gebelik ilişkili komplikasyon riskini arttıran bir klinik tablodur. Bu sendrom sıklıkla sistemik lupus eritematozus (SLE) gibi diğer sistemik otoimmün hastalıklar ile ilişkilidir. Libman-Sacks endokarditi non-bakteriyel trombotik endokarditin bir formu olup AFS’de sık olmayarak ortaya çıkmaktadır. Literatürde AFS hastalarının kapak tutulumunda medikal tedavinin etkisi üzerine kısıtlı bilgi mevcuttur. Biz de kore ve Libman-Sacks endokarditi ile prezente olan SLE ve AFS tanılı genç bir kadın hastanın antikoagülan ve immünsüpresif tedavi ile vejetasyonunun ekokardiyografik olarak iyileştiğini bildirmekteyiz.
Antiphospholipid syndrome (APS) is a clinical disorder that creates an increased risk of arterial or venous thrombotic events or pregnancy-associated complications and includes the presence of autoantibodies against negatively charged phospholipids. This syndrome is often associated with systemic autoimmune diseases, such as systemic lupus erythematosus (SLE). Libman-Sacks endocarditis is a form of non-bacterial thrombotic endocarditis and is infrequently seen in APS. There are few data documenting the echocardiographic response of APS valve disease to medical treatment. This is an unusual case of a young female patient with SLE and APS who had chorea and non-bacterial thrombotic aortic valve endocarditis. Echocardiography revealed that the vegetation had receded after a combination of warfarin and immunosuppressive therapy.

11.Permanent His bundle pacing and atrioventricular node ablation in a case with drug-refractory atrial fibrillation
Serkan Saygi, Emre Erturk, Caner Topaloğlu, Mohammed Abusharekh
PMID: 31802763  doi: 10.5543/tkda.2019.13766  Pages 691 - 694
Kalıcı His demeti uyarısı (HBP), ventrikülleri normal uyarı sistemi üzerinden aktive ederek, yüksek oranda ventriküler uyarı ihtiyacı olan hastalarda, faydalı bir yöntem haline gelmiştir. Olgumuz, atriyoventriküler (AV) nod ablasyonu ve kalıcı HBP ile tedavi edilen, ilaç tedavisine dirençli, yüksek ventrikül hızlı atriyal fibrilasyon hastasıdır. Altmış iki yaşında, persistan atriyal fibrilasyon (AF) ve ilaca dirençli yüksek ventrikül hızı olan kadın hasta, egzersiz intoleransı ve çarpıntı şikayetiyle başvurdu. Hastanın başarısız kateter ablasyon girişimi ve ritim kontrolü amaçlı amiodaron toksisitesi öyküsü mevcuttu. Hız kontrolü için, sırayla kalıcı HBP ve AV nod ablasyonu planlandı. İlk olarak, kalıcı pacemaker implantasyonu uygulandı. His kablosu ve sağ ventrikül destek kablosu, başarılı şekilde implante edildi. His kablosu, pacemaker jeneratörünün atriyal kanalına bağlandı ve AAI uyarı moduna programlandı. AV nod, üç hafta sonra His kablosunda herhangi bir eşik değişikliği gözlenmeksizin ablate edildi. Üç aylık gözlem sonucunda, akut ya da kronik herhangi bir eşik değişimi izlenmedi ve hastamız günde iki kez apiksaban 5 mg tedavisi ile asemptomatikti. Atriyoventriküler nod ablasyonu sonrası kalıcı HBP, kardiyak resenkronizasyon tedavisi için uygun olmayan hastalarda, pacemaker kaynaklı ventriküler disenkroni ve kalp yetersizliğinin önlenmesi açısından uygun bir tedavi seçeneği olabilir.
Permanent His bundle pacing (HBP) activates the ventricles through the normal conduction system and has become a useful technique for patients with a high ventricular pacing rate. Presently described is a case of drug-refractory atrial fibrillation (AF) with a high ventricular rate that was treated with atrioventricular (AV) node ablation and permanent HBP. A 62-year-old woman with persistent AF and a drug-refractory high ventricular response was referred for exercise intolerance and palpitation. She had a history of failed catheter ablation attempts and amiodarone toxicity. Permanent HBP and AV node ablation was planned to achieve rate control with a stepwise approach. Initially, implantation of a permanent pacemaker was performed. The His lead and right ventricular back-up leads were implanted successfully, in the manner described previously. The His lead was connected to the atrial channel of the pacemaker battery and programmed to AAI pacing mode. The AV node was ablated successfully 3 weeks later without any threshold changes in the His lead. No His lead threshold changes were observed during or after AV node ablation and the patient was subsequently asymptomatic with twice daily apixaban 5 mg. Permanent HBP after AV node ablation can be a beneficial treatment option to prevent pacing-induced ventricular dyssynchrony and heart failure in patients who are not eligible for cardiac resynchronization therapy.

12.Mitral annular calcification-related calcified amorphous tumor in a patient with normal renal function: a case report
Azin Alizadehasl, Hoda Mombeini, Saeid Hosseini, Hamid Reza Sanati
PMID: 31802774  doi: 10.5543/tkda.2019.93289  Pages 695 - 697
Kalbin kalsifiye amorf tümörü (KAT) neoplazik olmayan bir kitle olup amorf fibrinli materiyal üstünde kalsiyum nodülleri ile karakterizedir. Mitral anüler kalsifikasyon (MAK) en büyük sıklıkla KAT ile ilişkili durumlardan biridir. MAK ile ilişkili KAT olgularının çoğu son dönem böbrek hastalarında (SDBH) bildirilmiştir. Bu olgu raporu rastlantısal olarak MAK’dan kaynaklanan KAT tanısı alan böbrek fonksiyonu normal bir hastayı tanımlamaktadır. Böbrek fonksiyonu normal 43 yaşında semptomsuz bir erkek hastaya ekokardiyografi uygulandı. Ekokardiyografi sonuçları çok mobil, mitral kapağın atriyal yüzüne yapışık, son derece kalsifiye mitral kapağı örten hiperekoik bir kitleyi ortaya çıkardı. Kalp cerrahisi ve histopatolojik değerlendirme MAK ile ilişkili KAT tanısını doğruladı. MAK ile ilişkili KAT genellikle SDBH olanlarla ilişkilendirilmesine rağmen bu iyi huylu tümörün kesin etiyoloji ve sağaltım stratejisi hâlâ net değildir. Böbrek fonksiyonları normal hastalarda bu tümörün seyrek görülmesi bu olağandışı durumun patolojisini daha fazla araştırmanın önemini vurgulamaktadır.
A calcified amorphous tumor (CAT) of the heart is a non-neoplastic mass, characterized by nodules of calcium on a background of amorphous fibrinous material. Mitral annular calcification (MAC) is one of the conditions most frequently associated with CAT. Most MAC-related CAT cases are reported in end-stage renal disease (ESRD) patients. This report is a description of a patient with normal renal function who was incidentally diagnosed with a CAT arising from MAC. An asymptomatic 43-year-old man with normal renal function underwent echocardiography. The echocardiography results revealed a highly mobile hyperechoic mass attached to the atrial side of the mitral annulus superimposed on a heavily calcified mitral annulus. Cardiac surgery and histopathological evaluation confirmed a diagnosis of MAC-related CAT. While MAC-related CAT is usually associated with ESRD patients, the precise etiology and management strategy of this benign tumor remain unclear. The rare incidence of this tumor in patients with normal renal function highlights the importance of further research of the pathology of this uncommon condition.

13.Angiosarcoma at femoral artery puncture site; a diagnostic dilemma
Abdullah Özer, Tolga Tatar, Basak Kocak, Gürsel Levent Oktar
PMID: 31802768  doi: 10.5543/tkda.2019.62129  Pages 698 - 700
Femoral arter anjiografi işlemleri sırasında en sık kullanılan vaskuler giriş yolu özelliğini taşımaktadır. İşlem sonrası hematom, kanama, diseksiyon, arteriovenöz fistül ve pseudoanevrizma gibi çeşitlli komplikasyonlar tanımlanmıştır. Giriş bölgesinde anjiosarkom oluşumu ise oldukça nadir olup, organize hematom ile benzerliğinden dolayı doğru ve zamanında teşhisi zordur. 75 yaşında bir hastada koroner anjiografi sonrası anjiosarkom gelişmiş ve de lokal yayılıma bağlı olarak girişim bölgesinde vasküler komplikasyonlara yol açmıştır. Kitlenin tamamen çıkarılmasına ve kan akımının tekar sağlanmasına ragmen hasta 17 ay sonra çoklu metastaz ve de komplikasyonları sonucunda kaybedilmiştir. Girişim bölgesinde kalıcı bir kitlenin varlığı nadir görülen bu tümörün varlığından şüphe ettirmelidir.
Femoral artery is the most common vascular access site used for angiographic interventions. Various complications such as hematoma, bleeding, dissection, arteriovenous fistula and pseudoaneurysm have been described following iatrogenic puncture. However, angiosarcoma formation at the access site is very uncommon and it poses a diagnostic dilemma due to its resemblance to organized hematoma. A 75-year-old patient who had undergone coronary angiography has suffered from an angiosarcoma and its vascular complications due to local invasion at the puncture site. Although the tumor was completely excised and flow was re-established, he was lost 17 months later because of multiple metastases and their complications. Presence of a persistent mass with vascular complaints should raise suspicion for this rare and aggressive type of tumor.

INVITED REVIEW
14.Labile hypertension in the clinic
Nil Özyüncü, Nail Çağlar
PMID: 31802769  doi: 10.5543/tkda.2019.64009  Pages 701 - 704
Labil kan basıncı yükselmesi klinikte sık görülen bir sorundur. Kan basıncının bir uyarıcı ile (çoğunlukla psişik stresdir) çok kısa süre içinde 140/90 mm Hg’nın üzerine çıkması ve uyarıcı ortadan kalkınca kendiliğinden düşmesi olarak tarif edilmiştir. Beyaz önlük hipertansiyonu, maskeli hipertansiyon, psödofeokromositoma, ortostatik hipertansiyon ve supin hipertansiyon gibi klinik durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Labil kan basıncı yüksekliği çoğu hastada kardiyovasküler risk artışına neden olur. Tanı koymada ambulatuvar kan basıncı monitorü sıklıkla kullanılır. Tedavide alfa bloker + beta bloker kombinasyonu ve antidepresan ilaçlar kullanılır.
Labile hypertension is a common problem in daily clinical practice. It is defined as a rapid, temporary rise in blood pressure to above 140/90 mm Hg, most often due to emotional stress, followed by a return to normal values. In the clinical setting, it may be due to white coat hypertension, masked hypertension, pseudopheochromocytoma, orthostatic hypertension, or supine hypertension. Labile hypertension can lead to increased cardiovascular risk. Ambulatory blood pressure monitoring is often used for the diagnosis. Alpha blockers+beta blockers and antidepressants are frequently used for treatment.

HOW TO?
15.How should the electrocardiogram of patients who have undergone cardiac resynchronization therapy be interpreted?
Yalçın Velibey
PMID: 31802773  doi: 10.5543/tkda.2019.87273  Pages 705 - 710
Abstract |Full Text PDF

CASE IMAGE
16.An aberrant patent ductus arteriosus mimicking aortopulmonary window
Hassan Aghajani, Reza Mohseni-badalabadi, Ali Hosseinsabet, Khalil Forozannia
PMID: 31802762  doi: 10.5543/tkda.2019.02335  Page 711
Abstract | English Full Text | Video

OTHER ARTICLES
17.Comment on cardiology publications
Ertan Ural
Page 712
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.