ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 28 (12)
Volume: 28  Issue: 12 - December 2000
1.Summaries of Articles

Pages 724 - 726
Abstract |Full Text PDF

EDITORYAL YORUM
2.Yüzyıl Dönümünde TKD Arşivi: İnternette Yayın ve 10-yıllık CD-ROM
Altan ONAT
Pages 727 - 728
Abstract |Full Text PDF

DERLEME
3.Plasma Platelet Activating Factor Levels in Patients Undergoing Stent Implantation and Its Effect on Restenosis
Y.Cevat ŞEKURİ, Hakan KÜLTÜRSAY, Y.Levent CAN, Meral KAYIKÇIOĞLU, Afig HÜSEYINOV, Mustafa AKIN, Cüneyt TÜRKOĞLU
Pages 729 - 733
Fosfolipid yapısında inflamatuvar bir mediyatör olan trombosit aktive edici faktör (Platelet Activating Factor, PAF) düzeyinin girişimsel intrakoroner uygulamalar sırasında lezyon bölgesinde salınımının arttığı gösterilmiştir. Bu çalışmada hem koroner stent implantasyonunun hem de stent sonrası gelişebilen restenozun PAF düzeylerini ne şekilde değiştirdiği prospektif olarak değerlendirildi. Balon anjiyoplasti sonrası elektif stent uygulanan her iki cinsiyetten 18 olguda invazif girişim öncesi, stent sonrası ve kontrol anjiyografi (stent uygulamasından 4-6 ay sonra) sırasında olmak üzere toplam 3 kez kan örneği alınarak PAF düzeyleri ölçüldü.Yaş ve cinsiyeti hasta grubu ile uyumlu 18 sağlıklı olgunun kan PAF düzeyleri kontrol grubu olarak kullanıldı. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında çalışma grubunun bazal PAF değerleri anlamlı olarak yüksek bulundu (0.21±0.07'e karşın 2.5±0.3;p<0.05). Stent implantasyonu sonrasında lezyon distalinden alınan kan örneklerinde PAF düzeylerinde belirgin artış saptandı (4.8±0.6). Restenoz gelişen olgularda (n=5) girişim öncesindeki PAF değerleri ile girişim sonrası ve 6. aydaki kontrol anjiografileri sırasındaki değerler arasında anlamlı bir fark bulunmazken, restenoz gelişmeyen olguların 6. ay sonundaki PAF değerleri girişim öncesi değerlerinden anlamlı derecede düşük bulundu (p<0.05). Restenoz gelişen olgularla restenoz gelişmeyen olgular aynı dönem PAF değerleri açısından karşılaştırıldığında anlamlı bir fark bulunmadı (p>0.05). Bu çalışmanın sonuçları, 1) Koroner arter hastalığında PAF düzeyleri yükselmektedir, 2) Koroner stent implantasyonu PAF düzeyinde belirgin artışa yol açmaktadır. Bu bulgular koroner stentlerinin olasılıkla inflamatuar bir yanıtı tetiklemek yoluyla PAF salınımında artışa yol açabileceğini desteklemektedir. Ancak PAF düzeyleri ile stent restenozu arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Platelet activating factor (PAF), which is a potent platelet agonist, is involved in the inflammatory responses. Coronary interventional procedures are expected to induce PAF release through the local injury on the coronary lesion. The aim of this study was to evaluate prospectively the relationship between PAF release and stent restenosis. The study group consisted of 18 consecutive patients (14 males, mean age: 52.4±2.3 years, 37-70 years) underwent successful elective coronary stenting. All stents were implanted with the same protocol. All subjects were controlled with quantitative coronary angiography after 4-6 months following stent implantation. Plasma PAF levels were measured before, immediately after the invasive procedure, and at the control angiography. Pre-procedural samples were drawn from the aortic root and the post-procedure samples were drawn from the distal segment of the coronary artery beyond the lesion. RIA method was used for the quantitative measurement of PAF. The PAF levels in pre-implantation period were significantly lower than in the post implantation period. It was not found any significant difference between the PAF levels of patients with restenosis (n=5) and the non-restenotic patients (p>0.05). In restenotic patients, the PAF levels remained similar to pre-implantation period, while it was significantly low in non-restenotic patients at the control angiography. These data suggested that the coronary stenting induced a significant increase in PAF levels in acute period. There is a relationship between the occurrence of restenosis and PAF levels.

4.Serum Cholesterol Levels in Acute Myocardial Infarction and the Effect of Streptokinase on Cholesterol
Y.İbrahim DEMİR, Cengiz ERMİŞ, Hüseyin YILMAZ, Aytül BELGİ
Pages 734 - 739
Hiper kolesteroleminin koroner kalp hastalığı için major risk faktörü olduğu ve serum kolesterol düzeyini düşürmenin koroner kalp hastalığı morbidite ve mortalitesini düşürdüğü bilinmektedir. Kolesterolün ateroskleroz etyolojisinde öneminin bilinmesine rağmen akut miyokard infarktüsü sonrası serum kolesterol düzeyi tayini ve tedavi başlama zamanı halen tartışmalıdır. Çalışmamızda, akut miyokard infarktüsü sonrası trombolitik tedavi uygulamadan önce ve sonra serum kolesterol seyrini ve streptokinazın kolesterol düzeyine etkisini araştırmak istedik. Ağrı, EKG, enzim kriterlerine göre akut miyokard infarktüsü tanısı ile koroner yoğun bakım ünitesine alınan 104 hasta çalışmaya alındı. Hastalardan gelişte CK, CK-MB ve serum lipid düzeylerinin tayini için kan alındı. Hastalardan 72'sine streptokinaz verildi. Serum lipid düzeyleri infarktüs sonrası 10. gün, 1.ay ve 3. ayda tekrar ölçüldü. Hastaların yaş ortalaması 56.2±10.4 idi, hastane içi ölüm %7.7 olarak bulundu, hastane dışı ölüm ise görülmedi. Streptokinaz uygulanan ve uygulanmayan grubların serum lipid değerleri ve kontrol lipid ölçümleri arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Miyokard infarktüsü sonrası serum total kolesterol , HDL, LDL düzeyleri başlangıç değeriyle korelasyon gösteren bir düşüş gösterdi ve 3. ay sonu kontrolde başlangıç değerine döndüğü görüldü.(sırasıyla : r=0.52 p=0.0001, r=0.58 p=0.0001, r=0.59 p=0.0001). Peak CK-MB ve serum total kolesterol düzeyi arasında zayıf bir korelasyon saptadık (r=0.23 p=0.04). Sonuç olarak streptokinazın serum lipid düzeylerine etkisinin olmadığını, akut miyokard infarktüsü sonrası birinci gün serum lipid değerleri ile üçüncü ay sonu lipid değerlerinin birbirine yakın olduğunu, ancak 10. günde belirgin olmak üzere 1. ayda da başlangıca göre düşük seyrettiğini söyleyebiliriz. Bu durumda ilk günkü lipid değerlerinin gerçeğe en yakın değerleri yansıttığı, bu nedenle infarktüs sonrası lipid düzeylerinin ilk gün ölçülüp gerekirse lipid düşürücü tedaviye zaman geçirmeden başlanmasının uygun olacağı kanısındayız.
It is well known that hypercholesterolemia is a major risk factor for coronary heart disease and lowering serum cholesterol levels decreases the morbidity and mortality of coronary heart disease. Serum cholesterol measurements and determining the time to start lipid lowering treatment after acute myocardial infarction stili remain controversial, though the effect of cholesterol on atherosclerosis is very well known. Our study is designated to investigate the progress of serum cholesterol levels before and after thrombolytic therapy and effect of streptokinase on cholesterol levels in acute myocardial infarction. One hundred and four patients, accepted to our coronary care unit, with acute myocardial infarction, the diagnosis based on pain, ECG and enzyme criteria, were included in the study. Blood was withdrawn on admission, for CK, CK-MB and serum lipid levels. Seventy-two of the participating patients received streptokinase. Serum lipid level studies were repeated on the 10th day and first and third month of infarction. The mean age of the patients was 56.2± 10.4. In-hospital mortality rate was %7.7, and no out-of-hospital death was recorded. There was no significant difference between serum lipid levels and control measurements in patients who received streptokinase and in patients, who had not (p>0.05). Serum total cholesterol, HDL and LDL cholesterol levels have decreased after myocardial infarction and reached to their initial levels at the end of the third month (r=0.52 p=0.0001; r=0.58 p=0.0001; r=0.59 p=0.0001), respectively. A weak correlation was obtained between peak CK-MB and serum total cholesterol levels (r=0.23 , p=0.04). We may conclude that streptokinase has no effect on serum lipid levels and the serum lipid levels on the first day and first month of infarction are close to each other, but are lower than the initial values on the first month, being most prominent on the 10th day of infarction. Lipid levels obtained on the first day, reflect the actual lipid profile and we recommend to perform the measurements on the first day of infarction and start the lipid lowering therapy, if needed, as soon as possible.

5.Contribution of Corrected QT Dispersion (QTcd) to Dobutamine Stress Echocardiography in Diagnosing Critical Coronary Artery Stenosis
Y.Kürşad ERİNÇ, Y.Mehmet UZUN, Oben BAYSAN, Cem BARÇIN, Hayrettin KARAEREN, Celal GENÇ, Ertan DEMİRTAŞ
Pages 740 - 746
Dobutamin stres ekokardiyografi (DSE), iskemik kalp hastalığının tanısında yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Oniki derivasyonlu EKG'de en uzun QT aralığı ile en kısa QT aralığı arasındaki fark olarak tanımlanan QT dispersiyonu, ventriküler repolarizasyonun heterojenitesini gösteren bir parametredir. Bu çalışmada DSE sırasında elde edilen EKG'lerdeki düzeltilmiş QT (QTc) dispersiyonunun iskemik kalp hastalığı tanısındaki senstivite ve spesifisiteye katkısı araştırılmıştır. Koroner anjiyografi uygulanmış, 22'si erkek 8'i kadın (yaş ort 54+6 yıl) ardışık 30 hasta çalışmaya alındı. Hastalara koroner anjiyografi sonrası, 1 ay içinde dobutamin stres ekokardiyografi uygulandı. Anjiyografik darlık derecesi görsel olarak %60 ve daha fazla olan 18 hasta çalışma grubu, darlık derecesi %40'ın altına olan 12 olgu ise kontrol grubu olarak kabul edildi. İşlemden önce ve hemen sonra çekilen 12 derivasyonlu EKG'lerden QTc dispersiyonu (QTcd) hesaplandı. Dobutamin infuzyonu ile hasta grubunda QTcd 51±8 msn'den, 60±12 msn'ye anlamlı oranda artarken (p=0.023), kontrol grubunda istatistiksel olarak anlamsız bir azalma ile 49±4 msn'den 48±msn'ye düştü (p=0.471). Tek başına QTcd artışının kritik koroner arter darlığını göstermedeki sensitivitesi %56, spesifitesi %58 iken, DSE pozitifliği de beraber olursa sensitivite %50, spesifisite %92 bulundu. Sonuç olarak, DSE sırasında elde edilen EKG kayıtlarından QTcd'nin hesaplanması, testin doğruluğunu artırmaktadır. Kolay uygulanabilen bu yöntemin DSE'ye ek olarak yararlı olacağı düşünülmektedir.
The diagnosis of ischemic heart disease. QT dispersion defined as the difference between the longest and the shorthest QT interval on 12-lead electrocardiogram is a parameter depicting the heterogeneity of the ventricular repolarization. In this study, the contribution of QTcd during DSE to the specificity and sensitivity of the test in diagnosing ischemic heart disease was assessed. Thirty consecutive patients (22 male, 8 female; mean age 54±6 yrs) who were performed coronary angiography were taken into the study. After coronary angiography within one month, DSE was performed. In angiography by using visual methods, 18 patients with 60% stenosis and upper values were accepted as the study group while twelve patients with stenosis below 40% were accepted as the controls. QTcd on 12- lead electrocardiograms both before and just after DSE were measured. In the patient group, QTcd significantly increased from 51±8 msec to 60± 12 msec during dobutamin infusion (p=0.023), while it slightly decreased from 49±6 msec to 48±6 msec in the control group (p=0.471). The sensitivity and specificity of QTcd alone in depicting critical coronary artery stenosis were 56% and 58%; they were found 50% and 92% together with dobutamine stress echocardiography, respectively. In conclusion, measuring QTcd during DSE increases the accuracy of the test. This easily applicable method is thought to be helpful as an adjunct to DSE.

DERLEME
6.Assessment of the Relationship of Slow Coronary Flow and Myocardial Ischemia by Using TIMI Frame Count and Intracoronary Ultrasound
Sinan DAĞDELEN, Bengi YAYMACI, Akın İZGİ, Nuri KURTOĞLU, Onur DEMİRKOL, Serdar SOYDİNÇ, İsmet DİNDAR
Pages 747 - 751
Koroner yavaş akım(SCF) ile koroner iskemik sendromların birlikteliği sıkça vurgulanmasına rağmen, aradaki ilişkinin tipi ve derecesi konusundaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Çalışmamızın amacı, SCF ile koroner iskemi varlığının, TIMI frame sayısı ve fazik koroner alan değişimi ile doğrusal bir ilişkisi olup olmadığını ve normal koronerlere göre bu değişimlerin farklılığını saptamaktır. Bu amaçla hastalara yapılan koroner anjiyografi sonrası, sol ön inen koroner arterlerin TIMI frame sayısı ve proksimal segmentin intrakoroner ultrason ile sistolik ve diyastolik internal membran alanları (İMA) ölçüldü ve daha sonra bu olgulara miyokardiyal sintigrafik inceleme yapıldı. Çalışmaya Grup A; koroner anjiyogramında SCF olup miyokard sintigrafisinde iskemisi olmayan 19 (9'u kadın; yaş ort. 55,5±12,1 yıl), Grup B; SCF ve iskemisi olan 5 (2'si kadın; yaş ort. 56,8±12,3 yıl) ve Grup C; SCF ve iskemisi olmayan 13 (5'i kadın; 57,1±11,4 yıl) olgu alındı (Her üç grupta yaş ve cinsiyet farkı yoktu). Bulgular: Grup A ve B arasında sistolik ve diastolik İMA fazik değişim oranları ve TIMI frame sayıları bakımından anlamlı farklılık bulunmadı (Hepsi için p>0,05). Grup A ve C arasında sistolik ve diyastolik İMA fazik değişimi (sırasıyla %5,1±4,4 ve %13,7±6,0; p=0,00003) A grubunda daha düşük ve TIMI frame sayısı (sırasıyla 51,4±5,1 ve 31,8±4,2 frame; p<0,00001) A grubunda daha yüksek bulundu. Sonuç: SCF'nin neden olduğu koroner iskemi TIMI frame sayısı, İMA fazik değişim oranları ile direkt ilişkili görünmemektedir. Fakat SCF, normal koroner arterler ile karşılaştırıldığında, İMA fazik değişim oranları anlamlı olarak daha düşüktür.
Although the relationship between slow coronary flow (SCF) and coronary ischemia has been often emphasised, there is lack of knowledge on type and degree of this relation. The aim of this study is to evaluate the correlation of TIMI frame count and phasic coronary area change in existence of SCF and coronary ischemia; and in normal coronary pattern. Method: After coronary angiography, left anterior descending coronary artery was assessed for TIMI frame rate by the number of cineframes; and systolodiastolic internal membrane areas (IMA) change at proximal segment by the in tracoronary ultrasound. Then, all the patients underwent myocardial scintigraphy. Group A; 19 (9 F, 10 M, mean age 55.5±12.1) who have SCF without ischemia on scintigraphy, Group B; 5 (2 F, 3 M, mean age 56.8± 12.3) who have SCF and ischemia on scintigraphy and Group C; 13 (5 F, 8 M, mean age 57. 1 ± 11 .4) who have no SCF and ischemia on scintigraphy were studied (All groups were similar for age and sex). Results: Group A and B were similar for sistolo-diastolic phasic IMA change ratios and TIMI frame counts (for both p>0.05). Systolo-diastolic IMA change ratio was lower in Group A than C (%5.1±4.4 and %13.7±6.0 respectively, p=0.00003) and TIMI frame count was higher in Group A than C (51.4±5. 1 and 31.8±4.2 frames respectively, p<0.0001). Conclusion: Ischemia caused by SCF have not seem to have a direct relation with IMA phasic change ratio and TIMI frame count. But compared to normal coronary pattern, IMA phasic change was lower in the coronary pattern with SCF.

7.Evaluation of Nine Cases with Supravalvular Aortic Stenosis
Özlem M.BOSTAN, Ergün ÇİL
Pages 752 - 756
Bu çalışmada 1994-1999 yılları arasında tanısı konulan supravalvüler aort stenoz'lu (SVAS) dokuz hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Altısı erkek, üçü kız olan hastaların, tanı konulduğunda yaşları 1-15 yaş (ortalama 6.4 ± 5.3 yaş) arasındaydı. Williams sendromlu SVAS hastalarında tanı konulma yaşı 4.8 ± 3.6 yıl, diğer SVAS hastalarında ise 8.5 ± 6.9 yıl idi. Erkek hastaların beşinde Williams sendromuna ait tipik klinik bulgular mevcutken, diğer dört hasta fenotip olarak normaldi. İki hastamızda birinci dereceden akrabalık mevcuttu (kardeş çocukları). Ekokardiyografik çalışmada darlık bölgesinde gradient 38-180 mmHg arasında, ortalama 95±45 mmHg olarak ölçüldü. Yedi hastaya yapılan kalp kateterizasyonu sonucu darlık bölgesindeki gradient ise 35-200 mmHg arasında, ortalama 98±50 mmHg olarak tespit edildi. Anjiokardiografide, yedi hastada supravalvüler bölgede kum saati şeklinde darlık görüldü. Beş hastaya cerrahi tedavi uygulandı. Hastalardan biri ameliyattan sonra erken dönemde kaybedildi. Diğer bir hastada ise, ameliyat sonrası izlemde aort gradientinin gittikçe artması üzerine tekrar kalp kateterizasyonu yapıldı ve 80 mmHg gradient ölçüldü. Aort stenozunun diğer tiplerine göre daha nadir olan SVAS, klinik olarak; Williams sendromunun eşlik ettiği vakalar, otozomal dominant geçiş gösteren ailesel vakalar ve sporadik vakalar olarak görülebilir. Her üç vaka şeklini içeren bu çalışmada, supravalvüler aort stenozunun bulguları, tanı konulma yaşı ve geç tanı alma nedenleri literatür gözden geçirilerek incelenmiştir.
In this study, nine patients with supravalvular aortic stenosis (SVAS) diagnosed between 1994 and 1999 were reviewed, retrospectively. Six of the cases were male and three female. The age of the patients ranged between 1 and 15 years (mean 6.4 ± 5.3 years) when SVAS was diagnosed. During the diagnosis, mean age of the SVAS patients with Williams syndrome was 4.8 ± 3.6 years, however in non Williams-SVAS patients was 8.5±6.9 years. Five of the male patients had Williams syndrome. The other patients had normal phenotype. Two patients were cousins. On echocardiographic examination, the mean systolic pressure gradient of SVAS was measured as 95±45 mmHg (38-180 mmHg). In seven patients who underwent cardiac catheterization and angiography, the mean systolic pressure gradient was measured as 98±50 mmHg (35-200 mmHg). The type of supraaortic stenosis was an hourglass type in all patients. Five patients with SVAS were operared on . Cardiac catheterization was planned in two patients diagnosed echocardiographically. One patient died postoperatively at the early period. In one patient who underwent operation, systolic pressure gradient increased gradually postoperatively. In this patient reoperation was planned. SVAS is the least common of the three types of fixed aortic stenosis. In the patients with SVAS may be in three forms: Williams syndrome, autosomal dominant familial trait and sporadic cases. The patients with SVAS were evaluated as clinically, age of diagnosis and the reasons of delayed diagnosis.

OLGU
8.Scimitar Syndrome Associated with Coarctation of Aorta
Osman KÜÇÜKOSMANOĞLU, Nazan ÖZBARLAS, Sevcan ERDEM, Gülbin KARAKOÇ
Pages 757 - 759
Scimitar sendromu nadir görülen bir doğumsal kardiyopulmoner malformasyondur. Bu sendromun aort koarktasyonu ile birlikteliği çok daha nadirdir. Biz bu yazıda kalp yetersizliği semptomları ile hastanemize getirilen ve aort koarktasyonu ile birlikte scimitar sendromlu bir süt çocuğunu bildiriyoruz. Hastanın göğüs filminde sağ akciğer hipoplazisi ile birlikte kalbin dekstropozisyonu görülüyordu. 2-D ve renkli Doppler ekokardiyografi ile hastada sekundum ASD ve aort koarktasyonu saptandı. Kalp kateterizasyonunda pulmoner hipertansiyon ve soldan-sağa şant olduğu belirlendi. Anjiografide hastada aort koarktasyonu bulunduğu ve sağ pulmoner venlerin anormal olarak inferior vena kavaya drene olduğu gösterildi. Hastaya cerrahi olarak koarktasyon giderilmesi uygulandı. Hastamız aort koarktasyonun tamir edilmesine rağmen solunum yetersizliğine bağlı olarak ameliyattan on gün sonra kaybedildi. Sonuç olarak; scimitar sendromlu hastalarda akciğer hipoplazisinin derecesi ve ek kardiyovasküler anomalilerin ağırlığı prognozun belirlenmesinde oldukça önemlidir.
The scimitar syndrome is a rare congenital cardiopulmonary malformation. Its association with coarctation of aorta is extremely uncommon. Herein, we report a male infant with Scimitar syndrome associated with coarctation of aorta. He had symptoms of heart failure. Chest X-ray demonstrated hypoplastic right lung and dextroposition of the heart. 2-D echocardiography and color Doppler showed secundum atrial septal defect and coarctation of aorta. Cardiac catheterization revealed pulmonary hypertension and left to right shunt. Angiography revealed abnormal drainage of right pulmonary veins to inferior vena cava and the presence of eoarctation of aorta. Surgical correction of coarctation was attempted. In spite of repair of coarctation, the patient died due to respiratory insufficiency. We conclude that the degree of hypoplasia of the lung and severity of associated cardiovascular anomalies are İmportant in predicting prognosis of patients with the Scimitar syndrome.

9.Acute Myocardial Infarction Due to Coronary Artery Dissection in a Patient With Ehlers-Danlos Syndrome
Ramazan TOPSAKAL, Y.Namık Kemal ERYOL, Ergün SEYFELİ, Altan KOÇ, Emrullah BAŞAR, Servet ÇETİN
Pages 760 - 762
Ehlers-Danlos sendromu kollajen metabolizması bozukluğu ile karekterize, - kendine özgü klinik özellikleriyle - alt guruplardan oluşan kalıtsal bir konnektif doku hastalığıdır. Burada, tipik klinik özellikleri ile birlikte histopatolojik olarak kesin tanısı konulmuş Ehlers-Danlos sendromlu, 30 yaşındaki bir hastada, sol ön inen arter disseksiyonuna bağlı akut anterior miyokard infarktüsü gelişimi sunulmaktadır. Bilgilerimiz dahilinde hastamız, ülkemizde ilk semptomatik koroner arter disseksiyonlu Ehlers-Danlos Sendromu olgusudur.
Ehlers-Danlos syndrome is a group of congenital tissue diseases characterized by disorder of collagen metabolism. The clinical features of its subgroups has been defined and are quite typical. This report presents the case of a 30-year old patient with Ehlers-Danlos syndrome, having typical clinical features and histopathological confirmation, in which acute myocardial infarction devoloped due to dissection of the left anterior descending artery. This is the first reported Ehlers-Danlos syndrome case in Turkey with symptomatic coronary artery dissection.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search

Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.