ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 25 (3)
Volume: 25  Issue: 3 - April 1997
1.Summaries of Articles

Pages 132 - 135
Abstract | English Full Text

2.Implantable Cardioverter Defibrillators: 6 Years Clinical Experience
Selim ERENTÜRK, Francis WELLENS, Pedro BRUGADA, Yvan DEGRİECK, Raphael De GEEST, Hugo VANERMEN
Pages 136 - 142
Günümüzde taşınabilir kalp defibrilatörleri hayatı tehdit eden ventriküler aritmilerin tedavisinde standart bir yöntem haline gelmiştir. Kliniğimizde Kasım 1990-Nisan 1996 tarihleri arasında 187 olguda 249 ICD uygulaması gerçekleştirilmiştir. Hastaların ortalama yaşı 57±21 (13-89) idi. İlk yıllarda yalnızca epicardial patch kullanımı mümkün olduğu için ilk 21 olguda standart sternotomi metodu kullanıldı. Daha sonraki dönemde endokardiyal lead'ler ve derialtı pach'ler klinik kullanıma girdi ve transvenöz yaklaşım ilk seçilen yaklaşım metodu oldu. Ocak 1992'den itibaren bifazik şok dalga uygulayabilen cihazlar kullanıldı. ICD implantasyonu sonrası erken dönemde görülen dört vakada ölümle sonuçlanmayan pulmoner komplikasyonlar, bir olguda sternal kanama ve bir olguda subkostal cep hematomu gelişti. Geç dönemde üç olguda endokardiyal lead etkisizliği ve bir olguda mediastinit komplikasyonları gözlendi. Ortalama monofazik test edilen en düşük etkili defibrilasyon düzeyi (DFT) 20.3±6.2 jul, ortalama bifazik DFT 14.6±3.1 jul (p=0.03) idi. 24±18 aylık geç takiplerde ise % 46 olguda etkili şok (hasta başına 3.5±6 şok) gerçekleştiği tesbit edildi. Bu çalışma, erken ve geç takiplerde hayatı tehdit eden ventriküler aritmilere karşı çok etkili olan ICD'nin nontorakotomik, transvenöz yaklaşımla yüksek başarı oranı ve kabul edilebilir düzeyde düşük komplikasyon ile implante edilebileceğini göstermektedir.
Internal cardioverter defibrillator (ICD) implantation has became a standard therapy for lifethreatening arrhythmias. From October 1990 to April 1996 187 patients received 249 ICD systems in our department. The mean age was 57±21 (range 13-89 years). In the earlier years only epicardial patches were available and thoracotomy was the standard approach in 21 patients, after this period endocardial leads and subcutaneous patches were clinically available and the transvenous approach was the first choice. Acute complications were non-lethal pulmonary complications (11.1 % after thoracotomy, 0.5 % aftcr transvenous approach), sternal bleeding (1 patient), subcostal pocket hematoma ( 1 patient). Late complications were three endocardial lead failure, one pocket hematoma, one mediastinitis. From January 1992 biphasic shock wave system and SC wire array leads were clinically available. The mean monophasic defibrillation threshold was 20.3±6.2 Joules and the mean biphasic shock threshold was 14.6±3.1 (p=0.03). Results after a follow-up of 24± 18 months; patients who experienced appropriate shocks were 46 %. This study demonstrates that thoracotomy lead systems can be implanted with a high success rate and with an acceptable incidence of complications.

3.Relation of Exercise-induced ST-Segment Elevation to Myocardial Viability in Recent Q-Wave Myocardial Infarction
Ayşe Emre PINARLI, Metin GÜRSÜRER, Mehmet AKSOY, Turgut SİBER, Seyfi USLUBAŞ, Mustafa YAYLA, Kemal YEŞİLÇİMEN, Birsen ERSEK
Pages 143 - 148
İnfarktüs alanında canlı miyokard saptanması revaskülarizasyondan fayda görecek olguların belirlenmesi yönünden önem taşır. Miyokard canlılığını belirlemede basit bir yöntem olarak düşünülen treadmill egzersiz testinde geçirilmiş miyokard infarktüsüne (MI) ait Q dalgası bulunan derivasyonlarda ST segment yükselmesinin önemi, yakın dönemde MI geçirmiş ve istirahat elektrokardiyogramında ST segmenti isoelektrik hatta ya da <1.0 mm yükselmiş olan 30 olguda incelendi. Canlılık, infarktüsün geçirildiği tarihten itibaren 9±2 hafta içinde egzersiz TI-201 single photon emission kompüterize tomografi (SPECT) ile değerlendirildi. Geç görüntülerde redistribüsyon izlenmeyen (sabit defekt) olgularda TI-201 reinjeksiyon protokolü uygulandı. Tüm olgulara koroner anjiyografi yapıldı. Ventrikülografide bölgesel duvar hareketi 7 segmentli model üzerinden 0-3 arası değerler alan skorlama ile belirlendi. Olgular, egzersizle ST yükselmesi tespit edilenler (grup 1, n=16) ve edilmeyenler (grup 2, n=14) olarak iki gruba ayrıldı. Canlılık, 1. grupta 16 hastda tespit edilirken (% 100), 2. grupta sadece 8 hastada (% 57) saptandı (p<0.01). Ayrıca her iki grup arasında koroner arter hastalığı yaygınlığı açısından anlamlı fark bulunmazken, 1. grupta infarktüsle ilgili arteri (İİA) tıkalı 10 hastanın tümünde, 2. grupta ise İİA tıkalı 6 hastanın üçünde (% 50) distalden kollaterallerce doluş izlendi (p<0.02). Duvar hareketi bozukluğu ise 1. grupta 2. gruba kıyasla anlamlı artmış bulunurken (4.6 ± 1.8'e karşı 3.1±1.2 p<0.02) her iki grupta da sol ventrikül anevrizmasına rastlanmadı. Bu bulgular yakın dönemde MI geçirmiş olgularda, ciddi duvar hareketi bozukluğu görülse dahi, egzersizle ST segment yükselmesinin canlılık ile yakından ilişkisi olduğunu düşündürmektedir.
Detection of viable myocardium in the infarct zone is clinically important for identifying patients who will benefit from revascularization. To determine whether exercise-induced ST segment elevation in Q-wave myocardial infarction (MI) can be used as a simple method for viability assessment, we studied 30 patients with a first recent Q wave MI and with almost isoelectric (<1.0 mm elevated) STsegment on the resting electrocardiogram. Viability was determined by exercise T1-201 Single Photon Emission Computerized Tomography (SPECT) 9±2 weeks after MI.T1-201 reinjection protocol was used in patients who showed no redistribution on standard 3-hour images (persistent defect). Regional wall motion on ventriculography was graded semiquantitatively on a 7-segment model (normal=O; dyskinetic=3). Patients were divided into two groups according to the presence (group 1, n= 16) or absence (group 2, n=14) of exercise-induced ST elevation. Viability was detected in all 16 patients in group 1 and in only 8 (57%) patients in group 2 (p<0.01) There was no significant difference in the extent of underlying coronary artery disease between the two groups. Retrograde filling by collateral flow to the infarct-related artery was significantly better in group 1 compared to group 2 (p<0.02). Although wall motion abnormality score was significantly higher in group 1 compared to group 2 (4.6±1.8 vs. 3.1±1.2, p<0.02), no patient had left ventricular aneurysm. These results suggest that even if segmental wall motion is severely abnormal, exercise-induced ST elevation in recent Q wave MI is related to myocardial viability.

4.Direct PTCA in Acute Myocardial Infarction
Tahsin BOZAT, Çetin SARIKAMIŞ, M.Vedat KOCA, Op.Şenol YAVUZ, İ.Ayhan ÖZDEMİR
Pages 149 - 152
Eylül 1994-Ağustos 1996 arasında hastanemizde akut miyokard infarktüsü ile başvuran tüm hastalara tanı ve tedavi amacıyla koroner anjiyografi yapıldı. En az iki derivasyonda 1 mm veya üzeri ST elevasyonu olan, göğüs ağrısının başlangıcından itibaren 6 saat içinde; eğer iskemik ağrısı devam ediyorsa 12 saat içinde, hastaneye başvuran 130 hasta (ortalama yaş 55±10) bu çalışma grubunu oluşturmuştur. Yetmiş hastada anteriyör, 60 hastada inferiyör miyokard infarktüsü mevcuttu. Hastalar hastaneye ulaşmadan evvel 236±176 dak. ağrılı dönemde kalmışlardı. Dört hasta kardiyojenik şokdaydı. Ana koroner arterde % 50 veya daha fazla darlığı olanlar, ciddi ve yaygın çok damar hastalığı olanlar, sorumlu damarın açık ve TIMI 3 distal akımının olduğu hastalar, sorumlu damarın küçük, ince ve distal olduğu hastalar dışında kalanlara (% 77) primer koroner anjiyoplasti (PTKA) planlandı. Yüz hastanın 91 inde (% 91) işlem başarılı oldu (% 50 den daha az darlık, TIMI 3 distal akım). Hastalar acil poliklinikte görüldükten itibaren 47±21 dak. içinde reperfüzyon sağlandı. Dokuz başarısız olgunun 6 tanesi operasyona verildi, 3'ü medikal izlendi. Başarılı PTKA yapılan hastaların % 97'sine hastaneden çıkmadan evvel anjiyografi yapıldı. Ortalama ejeksiyon fraksiyonu % 58±11 bulundu. Altı olguda reoklüzyon görüldü. Hastane içi mortalite PTKA uygulanan olgularda % 4, tüm olgu grubunda ise % 5.5 bulundu. Bu sonuçlar primer PTKA'nın düşük hastane içi mortalite ile birlikte erken ve TIMI 3 distal akım ile reperfüzyon elde edilmesinde etkin bir yöntem olduğunu düşündürmektedir.
We evaluated 130 patients with signs of AMI who presented within 6 hours after the onset of symptoms, or between the 5th and 12th hours if there was evidence of ongoing ischemia. Enrollment began on September 1994 and ended August 1996. Patients were immediately transported to the catheter laboratory and underwent coronary angiography followed by direct PTCA if indicated. Mean patient age was 55±1O, 87% of patients were male, 12% had prior MI, 54% had anterior MI and 87% were in Killip class I or II. Five patients had spontaneous reperfusion and were treated medically. Thirteen patients with extensive CAD and 1 patient with LMCA lesion underwent primary CABG. Nine patients with small, distal infarct-related artery (IRA) occlusion were treated medically. One-hundred patients were assigned to undergo direct PTCA. The success rate was 91 %. Time from admission to the first balloon inflation was 47±21 min. In 9 patients PTCA failed; 6 underwent CABG, 3 patients were treated medically. Follow-up angiography was performed in all PTCA patients before hospital discharge. Reocclusion of the IRA during hospitalization was seen in 6 patients (symptomatic in 3). One patient died after successful PTCA, overall mortality was 5.5% in all patients. These results suggest that direct PTCA is an effective method for establishing early and optimal blood flow through the IRA, with an acceptable mortality and lower complication rate.

5.Myocardial Injury Resulting from Radiofrequency Catheter Ablation by Analysis of Troponin-T and Other Cardiac Enzymes
Kâmil ADALET, Fehmi MERCANOĞLU, Ahmet SİVAS, Ercüment YILMAZ, Gülden YILMAZ, Hüseyin OFLAZ, Kemalettin BÜYÜKÖZTÜRK, Güngör ERTEM
Pages 153 - 161
Radyofrekans kateter ablasyonu (RFA) taşiaritmilerin tedavisinde başarılı ve güvenilir bir tedavi metodu olarak kullanılmakta olmasına rağmen, RFA ile meydana gelen doku hasarını -troponin-T (TnT) tayini ile- araştıran herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Çalışmanın amacı, RFA esnasında, RF enerjisi ile meydana getirilen miyokard hasarının -ilk defa- serum TnT ve yanısıra diğer kardiyak enzimlerin (CK ve CKMB) analizi ile incelenmesidir. Çalışmaya tümü semptomatik olan supraventriküler ya da ventriküler taşikardi (VT)'li 22 (9 kadın, 13 erkek; yaş ortalaması 33.8±16.4 yıl) hasta ve 23 (20 erkek, 3 kadın; yaş ortalaması 29.1±8.4 yıl) sağlıklı kişi alındı. Ondokuz hastada WPW sendromu, 2 hastada otomatik atrial taşikardi (OAT) ve 1 hastada da VT mevcuttu. Yirmiiki hastaya toplam 29 RFA seansı uygulandı. Hastalardan işlem öncesi, işlemin 6., 16. saati ve 4. günü enzim analizi için kan alındı. WPW sendromlu 19 hastanın 16'sında (% 84), OAT'li 2 ve VT'li bir hastada RFA ile başarılı sonuç alındı. Üç seansta (% 10) geçici ve hafif nitelikte komplikasyonlar gelişti. Kontrol grubunun ortalama serum TnT değeri (0.01±0.01 ng/ml) ile hastaların RFA öncesi TnT değerleri (0.01±0.02 ng/ml) arasında anlamlı farklılık yoktu. İşlemin 6. saatinde bakılan TnT (TnT-6) 27 işlemde (% 93), 16. saatinde bakılan TnT 24 işlemde (% 83), 4. gününde bakılan TnT ise 8 işlemde (% 27.5) yüksek bulundu. Böylece RFA sırasında oluşan doku hasarının belirlenmesinde, TnT-6'nın diyagnostik sensitivitesi % 93 ve spesifitesi % 100 olarak gerçekleşti. Buna karşılık, serum CK ve CKMB değerlerinin, işlem sonrası 6., 16. saat ve 4. gündeki yükselme oranları (sırasıyla % 34 ve % 41, % 28 ve % 28, % 3 ve % 3) TnT'ye göre anlamlı olarak düşük (6., 16. saat ve 4. gün için sırasıyla p<0.0001, p<0.0001 ve p<0.001). TnT-6 ile uygulanan akım sayısı (r: 0,63), total akım süresi (r: 0,62), total enerji (r: 0.65) ve total güç (r: 0.66) arasında pozitif korrelasyonlar belirlendi. CK ve CKMB düzeyleri ile bu parametreler arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Akım sayısının 20, total akım süresinin 500 saniye, total enerjinin 12000 joule ve total gücün 500 Watt'ın üzerinde olduğu alt grupların ortalama TnT değerleri, RF parametrelerinin bu seviyelerin altında kaldığı altgruplarınkinden anlamlı olarak fazla idi (p<0.001). Buna karşılık CK ve CKMB değerleri bu altgruplar arasında farklılık göstermemekte idi. İşlem başarısı ve komplikasyon gelişimi ile enzim düzeyleri arasında herhangi bir ilişki belirlenmedi. Sonuç olarak, RFA ile oluşturulan miyokard hasarının ve yaygınlığının belirlenmesinde serum TnT seviyesi tayininin son derece hassas bir yöntem olduğu, buna karşılık, serum CK ve CK-MB analizinin yeterince güvenilir olmadığı sonucuna varıldı.
Although radiofrequency catheter ablation (RFA) has been used to eliminate tachyarrhythmias as a successful and safe method, there is no study that is demonstrating RFA induced tissue damage by using serum troponin-T (TnT). The aim of this study is to investigate myocardial injury resulting from RFA by analyzing TnT and other cardiac enzymes. The study population consisted of 22 (9 women and 13 men; mean age: 33.8+ 16.4 years) patients (pts) with symptomatic supraventricular or ventricular tachyarrhythmias and 23 healthy persons (3 women and 20 men; mean age: 29.1 +8.4 years) as a control group. There was WPW syndrome in 19 pts, automatic atrial tachycardia (AAT) in 2 pts and ventricular tachyardia (VT) in 1 pt. Twenty-nine RFA sessions were performed in 22 pts. Blood samples were taken before and after (6th, 1 6th hour and 4th day) the procedure from each pt. Complete cure was obtained in 16 of 19 pts (84%) with WPW syndrome. RFA was also successful in 2 pts with EAT and 1 pt with VT. Transient and mild complications occurred in 3 sessions. There was no difference between the mean basal TnT values of pts and the control group (0.01±0.01 ng/ml and 0.01+0.02 ng/ml respectively). The serum TnT level was increased above to normal values in 27 of 29 procedures (939) at the 6th hour (TnT-6); in 24 procedures (83%) at the 16th hour and in 8 procedures (27%) at the 4th day. Thus, in determining RFA tissue injury, sensitivity of and in 8 procedures (27%) at the 4th day. Thus, in determining RFA tissue injury, sensitivity of TnT was 93% and specificity was 100%. At 6th hour, 16th hour and 4th day of RFA, rates of increase above normal values of CK and CKMB were 34% and 41%; 28% and 28%; 3 and 3%, respectively. Therefore, the incidence of elevated TnT levels were significantly higher than CK and CKMB (p<0.0001, p<0.0001 and p<0.001 for 6th, 16th hour and 4th day, respectively). There was positive correlation between the serum TnT-6 level and the number of RF pulses (r:0.63), total pulse duration (r: 0.62), total energy (r: 0.65) and total power (r: 0.66), but there was no significant correlation between the levels of CK or CKMB and these parameters. The mean TnT values in subgroups comprising number of pulses>20, total pulse duration>500 second, total energy>l2000 joule and total power>600 Watt were significantly higher than subgroups comprising·the mean values less than these limits. The mean CK and CK MB values were not significantly different in these subgroups. There was no relation between enzyme levels and the rate of success or complications. It was concluded that TnT analysis is a very sensitive method in determining of degree of myocardial damage resulting from RFA, whereas CK and CKMB are less reliable.

6.Comparison of Temperature-Controlled and Power-Controlled Catheters for Radiofrequency Catheter Ablation in Patients with WPW Syndrome
Kâmil ADALET, Ercüment YILMAZ, Fehmi MERCANOĞLU, Hüseyin OFLAZ, Mehmet ÖZAYDIN, Kemalettin BÜYÜKÖZTÜRK, Güngör ERTEM
Pages 162 - 169
Çalışmanın amacı, radyofrekans kateter ablasyonu (RFA) işleminde ısı kontrollü kateterlerin (Blazer T veya Mariner), sadece güç kontrolünün mümkün olduğu konvansiyonel kateter (Polaris veya Blazer) sistemine göre herhangi bir üstünlüğü olup olmadığını belirlemektir. Çalışma grubunun WPW sendromlu 73 hasta (25 kadın, 48 erkek; yaş ortalaması 35.8±12.9 yıl, yaş aralığı 5-69 yıl) oluşturmuştur. Yirmi bir hastadaki 24 işlem güç kontrollü (GK) sistem, 52 hastadaki 62 işlem ısı kontrollü (IK) sistem kullanılarak gerçekleştirilmiştir. GK ve IK gruplarının ortalama yaşları (sırasıyla 34.8±12.2 ve 35.6±13.2 yıl) erkek/kadın oranları (sırasıyla 12/9 ve 36/16) ve aksesuar yolların lokalizasyonları istatistiki olarak farklılık göstermemekte idi. GK ve IK gruplarının akım sayısı (sırasıyla 12.6±9.7 ve 15.6±10.3), total akım süresi (sırasıyla 363.9±330 san ve 438.2±407.7 san), total enerji miktarı (sırasıyla 14313±10470 Joule ve 14474±12633 Joule) ve impedans yükselme sayısı (sırasıyla 0.7±0.09 ve 0.4±1.5) istatistiki olarak anlamlı farklılık göstermedi. IK grubunda ablasyon (97.0±71.6 dakika) ve skop süreleri (30.0±20.2 dakika), GK grubununkilere (sırası ile 139.2±96.8 dakika ve 40.0±14.1 dakika) göre anlamlı olarak daha kısa bulundu (p<0.05 ve p<0.05). GK ve IK gruplarında işlem başarısı (sırasıyla % 71 ve % 79), komplikasyon oranı (sırasıyla % 12 ve % 6) ve nüks yüzdesi (sırasıyla % 4 ve % 8) birbirinden istatistiki olarak farklı değildi. Her iki grup birlikte değerlendirildiğinde - hasta bazında - başarı oranı % 90.4 (66/73), komplikasyon oranı % 10 (7/73) ve nüks oranı % 8 (6/73) olarak belirlendi. Sonuç olarak, ısı kontrollü sistemin, konvansiyonel sistemle karşılaştırıldığında, hafif bir meyil görülmekle birlikte işlemin başarısı ve emniyetine anlamlı bir etkisinin olmadığı, ancak ablasyon ve skop sürelerini kısaltabileceği sonucuna varılmıştır.
The aim of this study was to evaluate whether there is any advantage to use temperature-controlled catheters (Blazer T or Marinr) over the conventional catheter system (Polaris or Blazer) which can control power only. The study material consisted of 73 patients (25 females, 48 males; mean age 35 .8± 12.9 years; range 5-69 year) with WPW syndrome. The radiofrequency equipment (Radionics, EPT or Atakr generator) operated in the power control (PC) mode in 24 procedures in 21 patients and in the temperature control (TC) mode in 62 procedures in 52 patients. The mean age (34.8±12.2 vs 35.6±13.2 years, respectively), ratio of male to female patients (12/9 vs 36/16, respectively) and localizations of accessory pathways were not statistically different in the PC and IC groups. Number of applications (12.6±9.7 and 15.6±10.3, respectively), total duration of applications (363.9±330 see and 438.2±407.7 see, respectively), total energy (14313±10470 Joule and 14474±12633 Joule, respectively) and number of impedance rise (0.7±0.9 and 0.4±1.5, respectively) were not significantly different in the groups of PC and TC. Duration of ablation (97.0±71.6 min and 139.2±96.8 min, respectively, p<0.05) and fluoroscopy time (30.0±20.2 min and 40.0±14.1 min, respectively, p<0.05) in TC group were significantly less than those of PC group. There was no statistically difference on the rates of success (71% vs 79%, respectively), complication (12% vs 6%, respectively) and recurrence (4% vs 8%, respectively) in the PC and TC. In according to patient basis, the overall rate of success was 90.4% (66/73), complication rate 10% (7 /73) and recurrence rate 8 % (6/73). We concluded that although there was a slight tendency, the use of temperature-controlled catheters did not improve the efficacy and safety of RFA procedures, but it reduced the duration of RFA and fluoroscopy.

7.Complications Resulting from Radiofrequency Catheter Ablation in Patients With Supraventricular and Ventricular Tachyarrhythmias by Serial Echocardiographic Examinations
Kâmil ADALET, Fehmi MERCANOĞLU, Recep GÜNDOĞDU, Ercüment YILMAZ, Aytaç ÖNCÜL, Kemalettin BÜYÜKÖZTÜRK, Güngör ERTEM
Pages 170 - 175
Çalışmanın amacı radyofrekans kateter (RFA) uygulanan supraventriküler ve ventriküler taşiaritmili hastalarda işleme bağlı komplikasyonları seri olarak yapılan ekokardiyografik incelemeler ile araştırmaktır. Çalışma grubunu supraventriküler veya ventriküler taşiaritmili 125 hasta (80 erkek ve 45 kadın; yaş ort. 37.5±14 yıl; yaş aralığı: 3.5-69 yıl) oluşturdu. Preeksitasyonlu 75 hastada 84 aksesuar yol ablasyonu, atrioventriküler nodal reentran taşikardi'li 21 hastada yavaş yol ablasyonu, ektopik atrial taşikardi'li 7 hastada odak ablasyonu, atrial "flutter"'li 1 hastada triküspid anulusu boyunca "lineer ablasyon", atrial fibrilasyon'lu 1 hastada yavaş yol modifikasyonu, atrial fibrilo-flutter'lı 3 hastada His bundle ablasyonu ve ventriküler taşikardi'li 17 hastada odak ablasyonu (veya sağ dal ablasyonu) uygulandı. Tüm hastalara RFA'dan önce ekokardiyografik inceleme (ALT-7) yapıldı, işlemden hemen sonra, 3. ve 7. günlerde tekrar edildi. Valvül yetersizliği valvüler orifisten oluşan jetin büyüklüğüne göre 1'den 4'e kadar semikantitatif olarak derecelendirildi; segmental duvar hareketleri ise normal, hipokinetik, akinetik ve diskinetik olarak sınıflandırıldı. İşlem öncesi 50 (% 40) hastada değişik ekokardiografik anormallikler (16 mitral kapak prolapsusu, 7 sol ventrikül duvar hareket bozukluğu, 5 romatizmal kapak hastalığı, 8 dilate kardiyomiyopati, 2 hiheptrofik kardiyomiyopati, 2 aritmojenik sağ ventrikül displazisi, 1 Ebstein anomalisi, 3 patent foramen ovale, 1 atrial septum anevrizması, 5 diğer kapak anormallikleri, 1 "Eustach" kapakçığı ve 2 hipertansif kalp hastalığı ve sol ventrikül hipertrofisi) belirlendi. Beş hastada perikard sıvısı şüphesi uyandıran subepikardiyal yağ yastıkçığı mevcuttu. İşlemden hemen sonra yapılan ekokardiyografik incelemede 5 (% 4) hastada komplikasyonlar (2 perikardial sıvı artışı, 1 yeni ortaya çıkan hafif aort yetersizliği, 1 önceden varolan triküspid yetersizliğinin derecesinde artış ve 1 sol ventrikül trombüsü) belirlendi. Hastaların hiçbirinde işleme bağlı olarak gelişen duvar hareket anormalliği saptanmadı. İşlemin 3. ve 7. günlerinde yapılan ekokardiyografik incelemelerde ek bir patolojik bulguya rastlanmadı. Sonuç olarak, RFA'nun emin bir tedavi yöntemi olduğu, işlem öncesi ve hemen sonrasında yapılan ekokardiyografik incelemenin anatomik anormalliklerin ve komplikasyonların ortaya çıkarılmasında yararlı bir metod olduğu, ancak işlem sonrasında rutin olarak birden fazla ekokardiyografik inceleme yapmanın gereksiz olduğu kanısına varılmıştır.
The aim of this study was to evaluate the complications following radiofrequency catheter ablation (RFA) in patients with supraventricular or ventricular tachyarrhythmias. The study material was consisted of 125 (80 males, 45 females; the mean age was 37 .5± 14 years; age range 3.5-69 years) patients. It was applied that 84 ablations of accessory pathway in 75 patients with preexitation syndrome, slow pathway ablation in 21 patients with atrioventricular nodal reentrant tachycardia, focus ablation in 7 patients with ectopic atrial tachycardia, linear ablation in 1 patient with atrial flutter, modification of slow pathway in 1 patient with atrial fibrillation, ablation of His bundle in 3 patients with atrial fibrillo-flutter, and focus ablation - or right bundle ablation- in 17 patients with ventricular tachycardia. The acute anatomic and valvular consequences of radiofrequency ablation were evaluated by means of serial (before and 1, 3, 7 days after the procedure) echocardiographic investigations. Semiquantative assessment of valvular incompetence and classification into one of four grades according to the width and extensions of the jet from the valvular orifice were carried out. Segmental wall motion abnormalities were evaluated semiquantitatively with four grades of severity (normal, hypokinesia, akinesia or dyskinesia). Before the procedure, various echocardiographic abnormalities (mitral valve prolapsus in 16, segmental wall motion abnormality in 7, rheumatic valve disease in 5, dilated cardiomyopathy in 8, hypertrophic cardiomyopathy in 2, arrhythmogenic right ventricular dysplasia in 2, Ebstein abnormality in 1, patent foramen ovale in 3, atrial septal aneurysm in 1, other valvular abnormalities in 5, Eustachian valve in 1 and hypertensive heart disease and left ventricular hypertrophy in 2) were established in 50 (% 40) patients. Subepicardial fat simulating pericardial effusion was observed in 5 patients. New echocardiographic abnormalities were observed in 5 (4 %) patients, medium (<1 cm) pericardial effusion in 2 patients, mild aortic incompetence in 1 patient, increase in severity of tricuspid incompetence in 1 patient and left ventricular thrombus in 1 patient one day after radiofrequency ablation. Segmental wall motion abnormality related to the procedure was not detected. No any other abnormality was detected after the first echocardiographic investigation following ablation. We concluded that these findings confirm the safety of the radiofrequency catheter ablation in the treatment of patients with supraventricular and ventricular tachyarrhythmias, and more than one echocardiographic examination after RFA is unnecessary in all patients.

8.Echocardiographic Parameters in the Assessment of Diastolic Function
Kurtuluş ÖZDEMİR, Halil L.KISACIK, Tevfik KURAL, Siber GÖKSEL
Pages 176 - 182
Kalbin diyastolik fonksiyonlarının değerlendirilmesi kalp hastalıklarının tanısında ve tedavisinin izlenmesinde önemlidir. Doppler ekokardiyografi, bu amaçla en yaygın olarak kullanılan invazif olmayan tetkik metodudur. Doppler ekokardiyografi ile tesbit edilebilen ve değerlendirmede en fazla kullanılan parametreler, sol ventrikül hızlı doluş/geç doluş oranı (E/A), hızlı doluş deselerasyon zamanı ve izovolümik relaksasyon zamanıdır. Bu parametrelerin tesbiti, birtakım kısıtlamaları olsa da sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarının değerlendirilmesinde önemli bilgiler sağlar. Bu yazıda sol ventrikülün diyastolik fonksiyonlarının değerlendirilmesinde kullanılan ekokardiyografik parametreler ve bu parametreleri etkileyen faktörler ile yeni geliştirilmekte olan ekokardiyografik yöntemler literatür bilgileri ışığı altında kısaca gözden geçirildi.
The evaluation of diastolic functions of the heart is significant in the diagnosis and treatment of heart diseases. Doppler echocardiography is the most commonly used method for this purpose. The parameters that can be detected by Doppler echocardiography and most commonly employed for evaluation are the ratio of mitral peak flow velocity in early diastole to peak flow velocity in Iate diastole (E/A ratio), deceleration time of early diastole and isovulumic relaxation time. The detection of these parameters, although having some restrictions, provide important information for the evaluation of the diastolic function of the left ventricle. In this review, in addition to echocardiographic parameters used for the evaluation of the diastolic function of the left ventricle and the factors influencing these, the new echocardiographic methods are surveyed with reference to the literature.

9.Radiofrequency Catheter Ablation Treatment of Typical Atrial Flutter with Anatomical Approach: Case Report
Uğur Kemal TEZCAN, Hakan TIKIZ, Ahmet Duran DEMİR, Murat MOĞULKOÇ, Sengül ÇEHRELİ, Yalçın SÖZÜTEK, Siber GÖKSEL
Pages 183 - 187
Kırkyedi yaşındaki bayan hasta, ilaçlara dirençli, yüksek ventrikül hızlı atriyal flatter ön tanısıyla elektrofizyoloik çalışmaya (EFÇ) alındı. EFÇ'da aktivasyon dalgasının triküspid anulusu çevresinde saat yönünün tersine döndüğü gösterilerek tipik atriyal flatter tanısı konuldu. Anatomik yaklaşımla, inferiyor vena kava ile triküspid anulusu bir blok hattı oluşturularak reentri devresi kesildi ve atriyal flatter durduruldu. Ablasyon sonrasında programlı atriyal uyarılar ve "burst pacing" ile bir daha atriyal flatter oluşturulamadı. İşlemden 2 ay sonraki kontrolde hasta semptomsuzdu ve elektrokardiyogramı sinüs ritmindeydi. 24 saatlik Holter tetkikinde atriyal flatter gözlenmedi.
Electrophysiologic study (EPS) was performed in a 47-year-old woman who had atrial flutter resistant to medical therapy with high ventricular rate. Counterclockwise activation around the tricuspid annulus has been demonstrated and the diagnosis of typical atrial flutter was confirmed with EPS. With the anatomical approach, a line of block was created by placing ablation lesions in a line at the isthmus between inferior vena cava and tricuspid annulus and the atrial flutter terminated. After ablation, atrial flutter was no longer inducible by atrial programmed stimulation and burst pacing. Two months after the ablation, the patient was asymptomatic and her surface ECG was in sinus rhythm. Atrial flutter could not be detected with Holter monitoring.

10.A Case of Pulmonary Embolism after Acute Myocardial Infarction
Cem NAZLI, Ozan KINAY, Ahmet TAŞTAN, Batuhan TAMCI, Ömer KOZAN
Pages 188 - 192
Pulmoner emboli (PE) akut miyokard infarktüsünün (AMI) nadir fakat oldukça fatal bir komplikasyonudur. Diğer nedenlere bağlı gelişen pulmoner embolilerde olduğu gibi bu tip olgularda da trombolitik ajanların kullanılması en etkili tedavi yöntemidir. Bu yazıda AMI sonrası gelişen birpulmoner emboli olgusu sunulmaktadır. Klinik ve ekokardiyografik bulgularıyla pulmoner emboli olduğu düşünülen olguda kesin tanı ventilasyon - perfüzyon sintigrafisi ile konularak trombolitik tedavi uygulanmıştır. Tedavi sonrasında hastanın klinik ve ventilasyon - perfüzyon sintigrafisi bulgularında belirgin düzelmeler gözlenmiştir. Bu olgu sunumu ile trombolitik tedavinin pulmoner embolinin en etkili güncel tedavi şekli olduğu bir kez daha vurgulanmaktadır.
Pulmonary embolism (PE) is a rare but fatal complication of acute myocardial infarction (AMI). Just like in the case of pulmonary embolism due to other causes, thrombolytic theraphy is the most efficient treatment method in these patients. Here we present a case of pulmonary embolism that occured after AMI. The clinical and echocardiographical findings had arousen the clinical suspicion of pulmonary embolism and the exact diagnosis was confirmed by the ventilation - perfusion scintigraphy. After thrombolytic theraphy, significant improvement was observed in the clinical and ventilation perfusion scintigraphy findings of the patient. By virtue of this case we emphasise that thrombolytic theraphy is the most efficient contemporary treatment of pulmonary embolism.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.