ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 23 (5)
Volume: 23  Issue: 5 - September 1995
1.Summaries of Articles

Pages 308 - 313
Abstract

DERLEME
2.Acute and Short-term Effect of Amlodipine on Left Ventricular Diastolic Function Measured by Transmitral and Pulmonary Venous Flow Velocities in Subjects with Essential Hypertension
Harika ÇELEBİ, Ahmet IŞIK, Şafak YÜKSEL, Cemal LÜLECİ, Emir DÖNDER
Pages 321 - 326
Hafif ile orta derecede esansiyel hipertansiyonlu 25 olguda, oral 5 mg tek doz amlodipin'in akut doz fazında ve 4 haftalık kısa dönem uygulaması sonunda; antihipersantif etkinlik ve tolerabilitesi, transmitral ve pulmoner venöz akım (PVA) hızları ile değerlendirilen sol ventrikül (LV) diyastolik fonksiyonu üzerine etkileri araştırıldı. Başlangıçta, ilacın zirve etki döneminde ve 4 haftalık kısa dönem uygulaması sonunda hastaların nabız ve kan basınçları ölçüldü, standart tekniklerle ekokardiyografik değerlendirilmeleri yapıldı. Amlodipinin, zirve etki dönemi ve 4 haftalık kısa dönem uygulamalarında küçük ve büyük arterler üzerine aynı anda etki göstererek total periferik vasküler direnci (TPVR) ve nabız basıncı/atım hacmi oranını azalttığı (sırası ile p<0.001, p<0.01), böylece arteriyel distansibilitede artış meydana getirdiği; sistolik, diyastolik ve ortalama kan basınçlarını etkili şekilde düşürdüğü (her birisi için p<0.001); nabız sayısı, atım hacmi ve dakika hacimlerini etkilemediği görüldü. Amlodipinin akut doz fazı ve kısa dönem uygulaması sonunda, transmitral akım hızları ile değerlendirilen diyastolik dolum parametrelerini etkilemediği; PVA sistolik (J dalgası) ve diyastolik (K dalgası) akım hızlarında da değişim gözlenmezken, sadece pulmoner negatif (atriyal) dalga ortalama akım hızında (ZVM) azalma (p<0.001) saptandı. Sonuçta; hafiften orta dereceye kadar esansiyel hipertansiyonlu olgularda akut ve kısa dönem amlodipin uygulamasının arteriyel distansibiliteyi artırdığı, kan basınçlarını etkili şekilde düşürdüğü; kalp hızı, atım hacmi ve dakika hacmini değiştirmediği; tolerabilitesinin iyi olduğu; transmitral ve PVA hızları ile değerlendirilen diyastolik fonksiyon parametrelerinden ise sadece ZVM'yi etkilediği tespit edildi.
We evaluated both the effect of 5 mg single-dose oral amlodipine during the peak effect time and at the end of a short-term period of 4 weeks on left ventricular diastolic function measured by transmitral and pulmonary venous flow velocities and the antihypertensive efficacy and tolerability in 25 patients with mild to moderate essential hypertension. Pulse and blood pressure measurements and echocardiographic assessment by standard techniques were performed at baseline, peak effect time and at the end of the 4-week short-term period. Amlodipine affecting the small and large arteries reduced both the total peripheral vascular resistance and pulse pressure/stroke volume rate (p<0.001, p<0.01, respectively) during the peak effect time and at the end of the 4-week short-term period. Thus, it increased the arterial distensibility while causing significant decrease in systolic, diastolic and mean blood pressure (p<0.001, p<0.001 and p<0.01 respectively). It had no effect on heart rate, stroke volume and cardiac output. It was observed that amlodipine did not affect diastolic filling parameters which had been assessed by transmitral flow velocities during the peak effect time and at the end of the 4-week short-term period. No change on systolic and diastolic pulmonary venous flow was observed. However, significant decrease in reverse pulmonary flow was recorded. In conclusion, the acute and short-term effects of amlodipine in moderate to mild hypertension caused significant increase in arterial distensibility and signifiant decrease in blood presure. However, it had no effect on heart rate, stroke volume and cardiac output. It affected only the reverse pulmonary flow.

3.The Assessment of Left Ventricular Enddiastolic Pressure by Using pulmonary Venous Flow Variables Derived from Transthoracic Echocardiography
Hayrettin KARAEREN, Mehmet YOKUŞOĞLU, Y.Nadir BARINDIK, Hürkan KURŞAKLIOĞLU, Y.Cemal SAĞ, Y.Cevdet ERDÖL, Deniz DEMİRKAN
Pages 327 - 330
Çalışmamızda değerli hemodinamik bir parametre olan sol ventrikül diyastol sonu basıncının transtorasik ekokardiyografi ile pulmoner venöz akım örneğinden yararlanarak ön görmeyi ve bu yöntemin güvenilirliğini ortaya koymayı amaçladık. Çalışmaya Gülhane Askeri Tıp Akademisi ve Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalında çeşitli nedenlerle hemodinamik çalışma yapılan 54 olgu alındı. Bu olgulardan 7'sinde pulmoner venöz akım görüntülenemediği için değerlendirme dışı bırakıldılar. Kalan 47 olgunun 38'i (% 80) erkek ve 9'u (% 20) kadındı. Olguların yaş ortalamaları 51.9±7.8 idi. Hemodinamik çalışmadan hemen önce olguların transtorasik yaklaşımla pulmoner venöz akım örnekleri kaydedildi. Pulmoner venöz akım değişkenleri ile sol ventrikül diyastol sonu basıncı arasındaki ilişki incelendi. Sol ventrikül diyastol sonu basıncı ile en iyi korelasyon atriyal tersine akım hızı arasında bulundu (r=0.74). Yüksek sol ventrikül diyastol basıncını yansıtmada (> 15 mmHg), pulmoner atriyal tersine akım hızının yüksek olmasının (> 30 cm/sn) sensitivitesi % 95, spesifitesi % 85 olarak hesaplandı. Pozitif prediktif değer ise % 84, negatif prediktif değer ise % 95 idi. Sonuç olarak; transtorasik yaklaşımla pulmoner ven akım örneği tetkik edilebilmektedir. Sol atriyum çapı normal sınırlar içerisinde ve sinüs ritminde olan, kalp kapak patolojisi olmayan olgularda pulmoner venöz akım örneğinde atriyal tersine akım hızı sol ventrikül diyastol sonu basıncını yansıtmaktadır.
It this study we aimed to assess left ventricular enddiastolic pressure by detecting pulmonary venous flow with transthoracic echocardiogrphy. The study group consisted of 47 patients, who underwent hemodynamic study, because of various reasons in the Cardiology Department of Gülhane Military Medical Academy and Medical Faculty. Of these 47 patients, 38 (80%) were men and 9 (20%) were women with a mean age of 51.9±7.8 years. Pulmonary venous flow patterns of patients were recorded by transthoracic echocardiography immediately before the hemodynamic study. The relation between pulmonary venous flow pattern variables and left ventricular enddiastolic pressure was analysed. Left ventricular enddiastolic pressure was best correlated with atrial reversed flow velocity (the correlation coefficient was 0.74). The sensitivity and specificity of predicting high left ventricular enddiastolic pressure (>15 mmHg) of high atrial reversed flow velocity (> 30 cm/sec) was 95%, and 85%, respectively. Positive predictive value was 84%, and negative predictive value was 95%. In conclusion, pulmonary venous flow can be detected by transthoracic approach. Left ventricular enddiastolic pressure is accurately assessed by analysing atrial reversed flow velocity in pulmonary venous flow pattern, in patients with a left atrium diameter in normal ranges, in sinus rhythm, and without cardiac valve pathology.

4.The Relation Between Left Ventricular Diastolic Function and Atrial Natriuretic Peptide Levels in Patients with Moderate Hypertension
Emrullah BAŞAR, Cengiz UTAŞ, Metin KILINÇ, Ali ERGİN, Servet ÇETİN, Ahmet H.KÖKER
Pages 331 - 335
Bu çalışma Erciyes Üniversitesi Kardiyoloji Polikliniğine hipertansiyon nedeniyle başvuran 16 hasta ve 12 sağlıklı bireyde, hipertansiyon ve sol ventrikül diyastolik fonksiyonu ile serum atriyal natriüretik peptid (ANP) seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmak amacıyla gerçekleştirildi. Sol atriyum çapı, sol ventrikül sistolik ve diyastolik genişliği, septum ve arka duvar diyastolik kalınlığı ekokardiyografik olarak ölçüldü. Sol ventrikül diyastolik fonksiyonları için sol ventrikül erken (E) ve geç (A) dolumları, apikal dört boşluk pozisyonunda, continuous Doppler ekokardiyografi ile mitral kapak üzerinden ölçüldü. Hastaların 5'i erkek, 11'i kadındı. Hastaların 7'sinde sol ventrikül diyastolik fonksiyon bozukluğu saptanırken, 9'unda sol ventrikül diyastolik fonksiyonları normaldi. Hasta grubunda ANP düzeyleri 241.3±216.3 pg/ml, kontrol grubunda 79.3±15.8 pg/ml bulundu (p<0.01). Diyastolik fonksiyon bozukluğu olanlarda ANP düzeyleri 410.6±209.5 pg/ml, diyastolik fonksiyon bozukluğu olmayanlarda ise 103.6±37.1 pg/ml olduğu görüldü. Bu iki grup arasındaki fark da istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.01). Diyastolik fonksiyon bozukluğu olanlarla kontrol grubu karşılaştırıldığında fark ileri derecede anlamlı bulunurken (p<0.001), diyastolik fonksiyon bozukluğu olmayanlarla kontrol grubu aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Hasta ve kontrol grubunda sol atriyum çapı, sol ventrikül sistolik ve diyastolik çapları, interventriküler septum diyastolik kalınlığı anlamlı şekilde artmış bulunurken (sırasıyla p<0.01, p<0.001, p<0.001, p<0.05), arka duvar diyastolik kalınlıkları arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p<0.05). Bu bulgular sol ventrikül diyastolik fonksiyon bozukluğu olan hipertansif hastalarda ANP düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunduğunu, diyastolik fonksiyon bozukluğu olmayan hipertansif hastalarda ise anlamlı yüksekliğin bulunmadığını göstermektedir.
We studied at the cardiology out-patient clinic of Erciyes University Medical Faculty, the relation between left ventricular diastolic function and plasma atrial natriuretic peptide (ANP) levels in patients with moderate essential hypertension. Sixteen patients who had an initial diagnosis of moderate essential hypertension were included in the study; twelve healthy subjects served as a control group. Left ventricular diastolic dysfunction existed in seven patients by continuous Doppler echocardiography. The ANP levels were significantly higher in all hypertensives and in hypertensive patients with diastolic dysfunction than in the control group (241.3±216.3 pg/ml, 410.6±209.5 pg/ml and 79.3±15.8 pg/ml, p<0.01, p<0.001, respectively). ANP levels were significantly (p<0.01) higher in patients with diastolic dysfunction than in those with normal diastolic function (410.6±209.5 pg/ml and 103.6±37.1 pg/ml). There was no significant difference between hypertensive patients with normal diastolic function and the control group although the ANP levels were higher in hypertensive patients with normal diastolic function (p>0.05). There were statistically significant differences of left atrial, left ventricular systolic and diastolic diameters, interventricular septal thickness between patients and the control group (p<0.01, p<0.001, p<0.001, p<0.05, respectively). As a conclusion, diastolic dysfunction in hypertensive patients results in high ANP levels.

5.Effects of Antihypertensive Therapy with Amlodipine on Left Ventricular Mass and Diastolic Function
Ali S. FAK, Metin OKUCU, Hakan TEZCAN, Gökhan BODUR, Ahmet OKTAY
Pages 336 - 342
Hipertansif hastalarda amlodipin ile anti-hipertansif tedavinin sol ventrikül hipertrofisi (SVH) ve sol ventrikül diyastolik fonksiyonu üzerindeki etkisi incelendi. İki haftalık ilaçların arındırma ve 4 haftalık tek-kör plasebo dönemi sonrasında hafif-orta dereceli sistemik hipertansiyonu olan ve ekokardiyografide SVH (sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ) kadınlarda > 110 g/m2, erkeklerde > 134 g/m2) ve diyastolik disfonksiyon (mitral E/A < 1) saptanan hastalara amlodipin (5 mg/gün) verildi; gerektiğinde doz 10 mg/gün'e çıkarıldı. Antihipertansif tedavi verilen ve 6. ayda kan basıncı kontrol altında olan 30 hasta değerlendirmeye alındı. Tedavi ile kan basıncı 164±13/04±6 mmHg'dan, 3. ayda 134±10/84±5 mmHg'ya (p<0.01), 6. ayda 131±10/85±5 mmHg'ya (p<0.01); SVKİ ise 157.7±30.0 g/m2'den 3. ada 135.7±27.2 g/m2'ye (p<0.01), 6 ayda 131.8±24.9 g/m2'ye (p<0.01) düştü. Sol ventrikül kitlesindeki azalmanın esas olarak interventriküler septum kalınlığının azalmasına bağlı olduğu görüldü; bazal, 3. ve 6. ay değerleri sırasıyla 12.8±0.2, 11.7±1.8 (p<0.05) ve 11.2±1.8 mm (p<0.01) olarak bulundu. Mitral giriş akımı E/A oranlarında normale doğru düzelme olmakla birlikte anlamlı değişim gözlenmedi (bazal, 3. ve 6. ay değerleri sırasıyla 0.76±0.23, 0.83±0.16 ve 0.86±0.22). Sonuç olarak, amlodipinin (1) kan basıncı kontrol altında alınan hafif-orta şiddette hipertansiyon hastalarında sol ventrikül kitlesini 3. aydan itibaren azalttığı, (2) bu azalmanın 6. ayda da devam ettiği, (3) kitledeki azalmanın başlıca septum kalınlığındaki azalmaya bağlı olduğu ve (4) bu süre içinde diyastolik fonksiyonda anlamlı bir düzelme sağlamadığı bulundu.
The effect of antihypertensive therapy with amlodipine on left ventricular mass and diastolic function was examined. After a wash-out period of 2 weeks and a single-blind placebo period of 4 weeks, patients found to have mild to moderate systemic heypertension, left ventricular hypertrophy (LVH) and diastolic dysfunction (DD) with echo-Doppler were included in the study. LVH was described as left ventricular mass index (LVMI) > 134 g/m2 in men and > 110 g/m2 in women and DD as mitral inflow E/A < 1. Amlodipine was given 5 mg daily and if neccessary was increased to 10 mg in the 4th week and continued for 6 months. 30 patients in the sixth month with controlled hypertension were reevaluated. Blood pressure decreased from 164±13/104±6 to 134±10/84±5 in the 3rd month (p<0.01) and to 131±10/85±5 mmHg in the 6th month. LVMI decreased from 157.7±30 to 135.7±27.2 in the 3rd month (p<0.01) and to 131.8±24.9 g/m2 in the 6th month (p<0.01). The regression of LVH was seen to be due mainly on the regression of septal thickness (12.8±0.2 baseline, 11.7±1.8 in 3 months p<0.05, and 11.2±1.8 p<0.01, in 6 months). Although a small improvement in E/A ratio was observed in 6 months, the change was not significant. In conclusion; 1) amlodipine was found to be effective in reducing LVH in patients with mild to moderate hypertension, 2) the regression in LVH was persistent in 6 months, 3) the regression in LVH was mainly due to regression in septal thickness and 4) despite blood pressure control and regression in left ventricular mass, a significant improvement in diastolic function was not achieved.

6.Impact of Enalapril on Reflex Vagal Activity After Acute Myocardial Infarction: Probable Prognostic Improvement
Kadir GÜRKAN, Dursun ÜNAL, Ayşe EMRE, Hasan SUNAY, Recep ÖZTÜRK, Ümit İÇER, Tanju ULUFER, Birsen ERSEK, Aydın ÇAĞIL, Tezer ULUSOY
Pages 343 - 349
Refleks vagal aktiviteyi yansıtan barorefleks duyarlılığı (BRS), akut miyokard infarktüsü (AMİ) sonrası ölümcül aritmilerin ve kardiyak ani ölümlerin değerli bir prediktörüdür. "Angiotensin converting enzyme" inhibitörlerinin (ACEI) vagal aktiviteyi arttırdığı bilinmekle beraber, AMI sonrası BRS değerleri üzerine olan bilgilerimiz çok sınırlıdır. Bu nedenle çalışmamızda, ACEI'nin AMI geçiren hastaların BRS değerleri üzerine olan etkilerinin araştırılması hedeflenmiştir. Araştırmaya alınan 15 AMI hastası, trombolitik tedavi gören anterior infarktlılar arasından seçilmiştir. Yatışlarının 3-4. günü hastaların BRS ölçümleri için fenilefrin testi yapıldıktan sonra kura ile seçilen 10 hastaya per oral enalapril 2x5 mg/gün başlanmış, 5 hasta kontrol grubuna alınmıştır. Fenilefrin testi 3 gün sonra tekrarlanmıştır. Enalapril alan grupta ortalama BRS değerleri 5.6±3.6 msn/mmHg'dan 8±4.5 msn/mmHg'ya yükselirken (p<0.001), kontrol grubunda 9±7.5 msn/mmHg'dan 7.4±5.2 msn/mmHg'ya düşmüştür (p>0.3). Ayrıca her iki grubun eş zamanlı ölçümleri arasındaki farklar anlamsızken (p>0.2, p>0.3), enalapril alan grupta ortalama 2.4±1.6 msn/mmHg yükselme ile kontrol grubundaki 1.6±3.6 msn/mmHg düşüş arasındaki fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Sonuçlarımız, komplikasyonsuz AMI hastalarında enalapril ile, hastane içi yatış süresi içinde, BRS değerlerinin iyileştiğini göstermektedir.
Baroleflex sensitivity (BRS) is predictor of lethal arrhythmias and cardiac sudden death after acute myocardial infarction (AMI). Despite the fact that angiotensin convertign enzyme inhibitors (ACEI) were shown to increase the vagal activity, their effects on BRS after AMI are yet to determined. Hence, we aimed to assess the effects of ACEI on BRS values after AMI. 15 cases with anterior AMI, who were given early thrombolytic therapy, were enrolled into the study. After phenylephrine test was performed on the third of fourt in-hospital days to obtain BRS values, 10 randomized cases were given enalpril 5 mg bid orally, and the remaining 5 were included in the control group. The phenylephrine test was repeated three days later. While the mean BRS value rose from 5.6±3.6 msec/mmHg to 8±4.5 msec/mmHg (p<0.001) after enalapril administration, it decreased from 9±7.5 msec/mmHg to 7.4±5.2 msec/mmHg in the control group. BRS increase of about 2.4±1.6 msec/mmHg induced by enalapril was significantly different from the BRS decrease of about 1.6±3.6 msec/mmHg that was determined as control value, although the difference between the corresponding first and second mean BRS values among the two groups were not statistically significant (p>0.2, p>0.3). Thus, enalapril significantly improves reflex vagal activity in uncomplicated AMI cases during in-hospital days.

7.Electrocardiographic Prediction of the Localization of the Culprit Lesion in Left Anterior Descending Coronary Artery in Patients with Acute Anterior Myocardial Infarction
Ata KIRILMAZ, Y.Nadir BARINDIK, Y.Cemal SAĞ, Tuncay ALTUN, Ergün DEMİRALP, Deniz DEMİRKAN
Pages 350 - 353
Anterior miyokard infarktüsünün (Mİ) en sık nedeni sol ön inen (LAD) koroner arterin tıkanmasıdır. Miyokard infarktüsüne neden olan lezyon LAD arterin ne kadar proksimalinde ise hasara uğrayan miyokard kitlesi de o oranda artacak ve prognozu olumsuz olarak etkilenecektir. Lezyon yerinin saptanmasında koroner anjiyografi altın standart olmasına rağmen akut dönemde pratik bir metod değildir. Bu nedenle lezyon yerinin saptanmasında nisbeten noninvaziv ve basit bir metod olan elektrokardiyogramdan (EKG) yaralandık. Ocak 1992 ile Aralık 1994 tarihleri arasında akut anteriyor Mİ tanısı ile GATA Koroner Yoğun Bakım Ünitesi'ne yatırılan ve yapılan koroner anjiyografilerinde infarktüse neden olan esas LAD lezyonunun tesbit edilebildiği, yaş ortalaması 53±9 olan toplam 39 hasta (5 kadın, 34 erkek) çalışmaya alındı. Hastalar esas lezyonun birinci diagonal arterin proksimalinde (Proksimal grup) veya distalinde (distal grup) olmasına göre iki gruba ayrıldı. Bu iki grup EKG'leri ST segment değişiklikleri açısından karşılaştırıldı. Proksimal grupta DII, DIII ve aVF derivasyonlarında ST segmentinde distal gruba oranla anlamlı bir çökme izlendi (P değeri DII, DIII ve aVF için sırası ile 0.003, 0.025 ve 0.037). DII, DIII, aVF ve V6 derivasyonlarında 0.5 mm ve üzeri ST depresyonu varlığı lojistik regresyon testi ile analiz edildiğinde, esas lezyonun LAD 1 inci diyagonalin proksimalinde veya distalinde olduğunun öngörüm doğruluğu sırası ile % 92.59 ve % 50.00 (genel doğruluk oranı % 79.49) bulundu. Sonuç olarak D2, D3 ve aVF derivasyonlarında ST depresyonunun izlendiği akut anterior miyokard infarktüsünde LAD koroner arter tıkanıklığı büyük oranda proksimal yerleşimlidir.
Anterior myocardial infarction (MI) generaly is due to occlusion of the left anterior descending (LAD) coronary artery. The more proximal culprit lesion will cause extended myocardial involvement. Although coronary angiography is the gold standard to determine the site of the culprit lesion, it is not practical in the acute period. To predict the site of the culprit lesion, we used electrocardiography. Thirty-nine patients (five women, 34 men) with an average age of 53±9 years who were admitted to GATA Coronary Care Unit with acute anterior MI between January 1992 and December 1994 and in whom we were subsequently able to detect the culprit lesion by coronary angiography, were included in this study. Patients were divided into 2 groups (proximal and distal) according to the site of culprit narrowing in relation to the origin of the first diagonal branch. Electrocardiograms of the groups were evaluated in regard to ST-segment changes. ST depressions in leads II, III and aVF in the proximal group were more significantly pronounced than in the distal group (P values for leads II, III, and aVF were 0.003, 0.025 and 0.037, respectively). Logistic regression analysis of the ST depression =0.5 mm in leads II, III, aVF and V6 revealed a predictive accuracy of 92% and 50% (overall accuracy 79%) in estimation of the culprit lesion proximal and distal to the first diagonal artery, respectively. In conclusion, the culprit lesion in patients with acute anterior MI with an ECG showing ST depressions in leads II, III and aVF will generally be located proximal to the first diagonal artery.

8.An Evaluation of Autoimmunity's Role in the Pathogenesis of Dressler's Syndrome
Bekir KOCAZEYBEK, Selim ERENTÜRK, Funda BABACAN
Pages 354 - 358
Akut miyokard infarktüs (AMİ) tanısıyla yatırılan 100 olgudan 6'sında post-miyokardiyal infarktüs sendromu (Dressler sendromu) gelişmiştir. Prospektif olarak takip edilen 100 olgudan infarktüs sonrası 14., 21. ve 33. günlerde düz kan alınmış ve serumlarında kalp kası antijenlerine karşı oluşmuş antikorlar (otoantikorlar) indirekt fluoresan antikor (İFA) yöntemi ile saptanmaya çalışılmıştır. Araştırmalarda kalp kaşı antikoru (KKA) pozitifliğinin değerlendirilmesinde maymun kalp dokusundan alınıp, substrat olarak katı fazla yerleştirilen antijenik doku kesitlerinin intermiyofibriller ve sarkoelemmal-subsarkolemmal fluoresan boyanmaları temel alınmıştır. KKA varlığı hem pozitif olgu sayısının fazlalığı hem de antikor titresinin şiddeti bakımından en yüksek düzeyde 14. ve 21. günlerde alınan kanlarda saptanmıştır. Çalışmaya alınan 100 AMİ olgusundan 8'inde KKA belirlenmiş olup bu olgunun 6'sında Dressler sendromu saptanırken, 2 olguda sendromun bulguları gözlenmiştir. İmmunolojik olarak kalp kası antijenlerine karşı oluşan KKA'ların Dressler sendromunun patogenezinin başlamasında primer rollerinin olduğunu ileri süren çalışmalara benzer şekilde bizim çalışmamızda da KKA varlığı ile sendrom arasında uyumlu bir ilişkinin olduğu saptanmıştır.
Postmyocardial infarction syndrome (Dressler syndrome) developed in 6 patients among 100 cases hospitalized with a diagnosis of acute myocardial infarction. In 100 patients studied prospectively, blood samples drawn on the 14th, 21st and 33rd days of myocardial infarction were examined for autoantibodies against their own cardiac muscle antigens with indirect fluorescence antibody technique. For evaluating cardiac muscle antibody (CMA) positiveness, monkey heart tissue was placed as an antigenic substrate in the solid phase and intermyofibrillar and sarcolemmal-subsarcolemmal fluorescence dying were taken as base. CMA was present mostly on samples of the 14th and 21st days with respect to elevated antibody titres and the number of CMA positive patients. In 8 of 100 acute myocardial infarction patients, CMA were detected. Dressler's syndrome was diagnosed in 6 of 8 patients while the syndrome did not manifest in two of these patients. In agreement with a number of other studies which showed immunologically a valid relation between CMA and the pathogenesis of Dressler's syndrome, we also found a positive relation between the presence of CMA and Dressler's syndrome.

9.Acute Renal Failure Following Cardiac Operations
Rıza TÜRKÖZ, Banu DENGİZ, Ayhan AKÇAY, Cengiz ÖZBEK, Levent YILIK, Mansur ŞAĞBAN
Pages 359 - 362
Açık kalp ameliyatını takiben gelişen akut böbrek yetersizliğinin (ABY) sıklığını ve seyrini retrospektif olarak inceledik. Kalp ameliyatı olan 730 hastanın 9'unda ciddi ABY saptandı. Bu hastaların tümüne hemodializ uygulandı ve mortalite oranı % 55'di. Ciddi ABY'de hemodiyalize erken devrede başlamasına rağmen mortalite yüksekti. Sepsis, kalp yetmezliği, multisistem organ yetersizliği ve gastrointestinal sistem kanaması ölüm sebepleriydi. Hafif ABY 65 hastada saptandı. Yüzde 8.9'luk bu oran daha önce bildirilmiş olanlardan daha düşüktür. Bu durum pultoperatif hipotansiyon, kardiopulmoner bypass (KPB) sırasında düşük hemotokrit değeri, KPB süresi ve aortik klemp zamanının uzun olması postoperatif devrede ciddi ABY'liği ihtimalini artırır.
The incidence and course of acute renal failure (ARF) following open heart surgery was retrospectively analyzed. Nine cases of severe ARF were identified in a total of 730 patients who underwent cardiac operations. Hemodialysis was initiated in all patients, and the mortality rate was 55%. Although hemodialysis was instituted at an early stage in severe ARF, the mortality rate was high. Deaths were caused by sepsis, heart failure, multiorgan failure, and gastrointestinal bleeding. Moderate ARF was found in 65 patients. This incidence of 8.9% is lower than previously reported. This was attributed to pulsalite perfusion during operation. Early postoperative hypotension, low haematocrit value during cardiopulmonary bypass (CBP), longer CPB duration and aortic cross-clamping time increase the incidence of severe ARF in the postoperative course.

10.Pancuronium, Vecuronium and Atracurium in the Treatment of Shivering After Cardiac Surgery
Ahmet T. YILMAZ, Mehmet ARSLAN, Ufuk DEMİRKILIÇ, Erkan KURALAY, Ertuğrul ÖZAL, Hakan BİNGÖL, Harun TATAR, Ömer Y. ÖZTÜRK
Pages 363 - 368
Hipotermik kardiyopulmoner bypass (CPB) kullanılarak açık kalp ameliyatı uygulanan hastalarda gözlenen titremeyi tedavi etmek amacı ile verilen pancuronium, vecuronium ve atracuriumun hemodinamik ve metabolik etkileri bu prospektif çalışmada incelendi. Rastgele seçimle 3 gruba ayrılan hastalardan, Grup 1'e (20 hasta) 0.08 mg/kg pancuronium, Grup II'ye (20 hasta) 0.08 mg/kg vecuronium ve Grup III'e (20 hasta) 0.8 mg/kg atracurium verildi. Kalp hızı, ortalama arter basıncı, arteriyal ve basınç iş indeksi (PWI) ölçüldü. Miyokardiyal iskemi için devamlı ST segment takibi yapıldı. Grup I'de VO2 %27 azaldı, kalp hızı % 19 arttı (p<0.05). Grup II'de VO2 % 34 azaldı, kalp hızı %5 arttı. Grup III'de VO2 % 41 azaldı kalp hızı değişmedi (p<0.05). Grup I'de 4 hastada miyokard iskemisi gözlendi. Grup II ve Grup III'de hiç bir hastada miyokardiyal iskemi gelişmedi (p<0.05). Grup I'de 4, Grup II'de bir hastada ventriküler aritmi gözlendi (p<0.05). Preoperatif beta bloker kullanan hastalarda kalp hızı düşük kaldı. Sonuç olarak atracuriumun miyokardiyal işi artırmaması ve hemodinamik, metabolik yan etkilerinin daha az olması nedeni ile postoperatif titreme tedavisinde diğer iki kas gevşetici ilaca kıyasla daha uygun olacağı kanısındayız.
This randomized study compared the hemodynamic and metabolic effects of pancuronium, vecuronium and atracurium during treatment of shivering after cardiac surgery with hypothermic cardiopulmonary bypass. 60 patients were evaluated in three groups and were treated with pancuronium (Group I, n=20) 0.08 mg/kg, vecuronium (Group II, n=20) 0.08 mg/kg and atracurium (Group III, n=20) 0.8 mg/kg. Values of heart rate, mean arterial pressure, arterial and venous blood gases, total body oxygen consumption (VO2-I) and pressure-work index (PWI) were measured. Continuous ST segment analysis was used to detect myocardial ischemia. Treatment of shivering with pancuronium decreased VO2-I by 27% and heart rate was increased by 19%. Vecuronium decreased VO2-I by 34% with an increase 5% in heart rate. Atracurium desreased VO2-I41% with no change in heart rate. Myocardial ischemia occurred in 4 patients treated with pancuronium. Ventricular arrhythmias occurred in four patients treated with vecuronium. Only one patient treated with vecuronium had ventricular arrhythmia. Patients treated with pancuronium, vecoronium and atracurium were taking beta-adrenergic blockers preoperatively which was associated with lower PWI at onset of shivering. We concluded that, compared with the other two drugs, atracurium is the best choice during treatment of shivering because of lower hemodynamic and metabolic complications and no increase in PWI.

11.Surgical Strategies for Left Persistent Superior Vena Cava Associated with Other Congenital Heart Anomalies
Mehmet S. BİLAL, Tayyar SARIOĞLU, Barbaros KINOĞLU, Ersin ERKEK, Levent SALTIK, Ayşe SARIOĞLU, Aydın AYTAÇ
Pages 369 - 374
Kliniğimizde Temmuz 1985-Mart 1995 tarihleri arasında konjenital kalp anomalisi nedeniyle açık kalp ameliyatı yapılan hastaların 82'sinde (% 4.2) persistan sol superior vena kava (PSSVK) anomalisi tespit edilmiştir. Bu çalışmada PSSVK'nın eşlik ettiği konjenital kalp anomalilerin cerrahi tedavisi sırasında PSSVK'ya yönelik cerrahi stratejiler sunulmuştur. PSSVK, en sıklıkla, Fallot tetralojisi (% 20.7) ve ventrikül septum defekti (% 18.2) ile birlikte bulunmaktaydı. PSSVK, olguların 72'sinde (% 87.8) koroner sinüs yoluyla sağ atriyuma; 6'sında (% 7.3) direkt sol atriyuma, 4'ünde (% 4.8) ise her iki atriyumla ilişkili koroner sinüse açılmaktaydı. Bu olgulardan 20'sine (% 24.3) PSSVK'ya yönelik ek bir cerrahi girişim uygulandı. PSSVK'nın koroner sinüse (6), sol atriyuma (2), tavansız koroner sinüse (3) açıldığı toplam 11 hastada PSSVK ligatüre edildi. Total kavapulmoner anastomoz veya Fontan operasyonları yapılan 5 hastada, PSSVK sol pulmoner arter uç-yan anastomoz edildi. PSSVK'nın direkt sol atriyuma açıldığı 4 hastada ise 8 ve 10 mm Gore-tex ile 12 mm hemashield greftler kullanılarak PSSVK'nın sağ atriyuma dönüşü sağlandı. PSSVK'nın ligatüre edildiği 1 hasta ile sol pulmoner artere anastomoz edildiği 1 hasta erken postoperatif dönemde kaybedildi. Ligasyon uygulanan hastalarda PSSVK çap olarak sağ superior vena kavadan küçüktü ve hiçbir hastada post operatif venöz staz bulguları gelişmedi. Sentetik tübüler greft kullanılan hastalardan ikisine postoperatif 20. ay ile 6. yılda yapılan anjiyografilerde greftlerin açık olduğu tespit edildi. Diğer hastalarda ise postoperatif 6. ayda ve 15. günde yapılan ekokardiyografik incelemelerde greftlerin açık olduğu saptandı.
Between 1985 and 1995, we encountered a left persistent superior vena cava (LPSVC) in 82 (4.7 %) of the patients who underwent open heart surgery because of congenital heart anomalies. LPSVC accompanied most commonly tetralogy of Fallot (20.7 %) and ventricular septal defect (18.2 %). LPSVC drained into the right atrium via coronary sinus in 72 (87.8 %) cases, left atrium directly in 6 (7.3 %) and unroofed coronary sinus in 4 (4.8 %). Twently of these patients needed additional surgical procedure for LPSVC. Ligation of LPSVC was performed on 11 patients. In this group, LPSVC drained into coronary sinus in 6 cases, to left atrium in 2, to unroofed coronary sinus in 3. In 5 patients who underwent total cavapulmonary anastomoses or Fontan procedure, LPSVC was anastomosed to left pulmonary artery as an end-to-side fashion. In 4 patients with LPSVC draining to left atrium. LPSVC was connected to the right atrium via Gore-tex or Hemashield vascular prosthesis. One patient who had ligation of LPSVC and another in whom LPSVC was anastomosed to left pulmonary artery were lost. The patients who had ligation of LPSVC did not show any sign of venous hypertension at their head and upper extremities. In these cases LPSVC was smaller than the right. We observed angiographically that the synthetic grafts were open after 20 months in one of these and after 6 years in another. The patency of the Gore-tex graft was shown echocardiographically in two further patients. We presented surgical strategies for the LPSVC which accompanied congenital heart anomalies.

12.Serum Endothelin Levels in Myocardial Infarction
Yesari KARTER, Adnan YALDIRAN, Gökhan DEMİR, Fikret SİPAHİOĞLU, Esin Olcay ÖZTÜRK
Pages 375 - 379
Güçlü bir vazokonstriktör olan endotelinin mitojenik aktivitesi nedeniyle hipertansiyon ve aterosklerozun gelişmesinde rol aldığı gösterilmiştir. Biz miyokard infarktüsünün erken döneminde endotelin kan düzeyindeki değişikliği ve infarktüs gelişmesinde rol alabileceğini araştırdık. Miyokard infarktüsünün erken döneminde Endotelin-1 (ET-1)'in etkisini araştırmak amacıyla EKG ve enzim düzeylerinin tayini ile infarktüs geçirdiği saptanan 15 olgudan ağrı başlangıcından itibaren ilk 72 saatte alınan kan örneklerinde ET-1 düzeyleri araştırıldı. ET-1 düzeyi, infarktüs geçirenlerde anlamlı şekilde yüksek bulundu (p<0.05). CK mB ile anlamlı ilişki bulunurken diğer biyokimyasal parametreler, kan lipid fraksiyonları ve EKG bulguları ile ET-1 düzeyi arasında anlamlı ilişki bulunamadı. Miyokard infarktüsünün erken saatlerinde serum ET-1 düzeyi yükselmektedir, ancak bunun miyokard infarktüsü etyolojisinde yer alan bir sebep mi yoksa infarktüs sonucu mu olduğu araştırılmalıdır.
We studied blood endothelin (ET-1) levels during the early phase of myocardial infarction and its relation to the progression of myocardial infarction. We determined serum ET-1 levels in 15 patients (4 females, 11 males) with a mean age of 52±11, with myocardial infarction proved by ECG findings and serum enzyme levels in the first 72 hours from the beginning of pain to find out the effect of ET-1 in the early phase of myocardial infarction. The control group consisted of 15 persons (8 females, 7 males) with a mean age of 42±16. ET-1 levels were studied in the venous sample with radioimmunoassay (Amersham Endothelin 1,2 (125 I) Assay System). ET-1 levels were significantly high in patients with myocardial infarction compared to the control group (p<0.05). The mean ET-1 level in the study group was 3.72±2.16 while it was 1.96±0.72 in the control group. We found a significant correlation with CK-MB, while there was none with lipid fractions, other biochemical values and ECG findings. The level of ET-1 increases in the early phase of myocardial infarction but whether it is the cause or the result should be further investigated.

13.Review Tumour Necrosis Factor: A New Mediator in Coronary Ischemic Syndromes
Mehmet Emin KORKMAZ, Hamide KART, Haldun MÜDERRİSOĞLU
Pages 380 - 383
Tümör nekroz faktör (TNF-ª) 17 kDa ağırlığında, retiküloendoteliyal sistemde bir çok hücre tarafından endotoksin, inflamatuar mediatörler veya sitokinlerin uyarımı sonucu salınan bir polipeptiddir. Geniş biyolojik etkilere sahiptir. Hücre yüzeyinde bulunan spesifik reseptörlere bağlanarak G protein sistemi aracılığıyla ikincil mesajcıları uyararak değişik hedef hücrelerde fosforilasyon reaksiyonlarını hızlandırır. Kaşeksi, endotoksik şok, inflamasyon enfeksiyon, immünite, koagülasyon, doku yeniden şekillenmesi, iskemi ve reperfüzyon zedelenmesinde rol oynar. TNF-Å çeşitli endotel adezyon moleküllerinin salınımı, lökositlerin aktivasyonu ve trombosit aktive edici faktör sekresyonuna yol açarak iskeminin oluşumunda ve gelişiminde belirleyici bir etkiye sahip olabilir. Akut miyokard infarktüsü (AMİ) sonrası serum düzeyinin yüksek saptanması ve çeşitli hayvan modellerinden elde edilen veriler, AMI patogenezi ile ilişkili olabileceğine dikkati çekmektedir. Bu kısa derlemede, TNF-Å'nın biyolojik etki mekanizmaları ve organ iskemileri, özellikle de miyokard iskemisindeki rolü özetlenmeye çalışılmıştır.
Tumour necrosis factor (TNF-Å) is a polypeptide (MW 17 kDa) secreted from reticuloendothelial cells in response to a wide variety of inflammatory and infectious stimuli. After bonding with its specific receptor, activation of G protein system and various protein kinases take place and this causes its ubiquitous biological effects in different types of tissues. TNF-Å has important roles in cachexia, endotoxic shock, coagulation, immunity, ischemia and reperfusion. TNF-Å, by causing the activation of important adhesion molecules, leukocytes and platelet activating factor, may aggravate and shapen the ischemic process. The increase of its serum level after acute myocardial infarction and other animal models further supports the notion that TNF-Å has an important role in myocardial ischemia. In this brief review biologic effects of TNF-Å, its possible role in ischemic syndromes. With special reference to myocardial ischemia, are described.

OLGU
14.Case Reports Dramatic Decrease in Left Ventricular Mass with Octreotide Treatment in a Patient with Primary Hypertrophic Cardiomyopathy
Ali İhsan GÜNAL, Orhan EREN, Y.Ahmet IŞIK, Hüseyin C. ELMACI, Y.Hüseyin ÇELİKER, Ahmet YILDIRIM, Şafak YÜKSEL, Cemal LÜLECİ
Pages 384 - 387
Son yıllarda primer hipertrofik kardiyomiyopati (PHKM) patogenezinde büyüme faktörleri sorumlu tutulmaya başlanmış ve uzun etkili somatostatin analoğu olan octreotide (OCT)'in büyüme farktörlerinin etkilerini belirgin olarak inhibe ettiği gösterilmiştir. Bu bilgiler doğrultusunda, 34 yaşındaki PHKM'li bir olgumuzda OCT tedavisi planlandı. OCT, 1. hafta günde üç kez 50µg 2,3 ve 4. haftalarda ise günde iki kez 100 µg dozunda subkutan olarak dört hafta süre ile uygulandı. Başlangıçta NYHA'ya göre fonksiyonel kapasitesi III olan hastamızda, EKG'de P pulmonale (II'de 0.6 mV), anterolateral bölgede T negatifliği mevcuttu. Ekokardiyografik tetkikinde ise sol ventrikül arka duvar kalınlığı (SVAK) 17.2 mm, interventriküler septum kalınlığı (İVSK) 24.3 mm sol ventrikül kitlesi (SVK) 342.4 g bulundu. Dört haftalık tedavi sonunda fonksiyonel kapasite 1'e yükseldi. EKG'de P pulmonale 0.3mV'a, anterolateral bölgedeki T negatifliği bifazik forma dönüştü. SVAK'ı 14.2 mm'ye, İVSK'ı 16.0 mm'ye, SVK'si ise 242.5 g'a geriledi. Tedavi süresince yan etkiye rastlanmadı. Sonuç olarak, PHKM'li olgumuzda kısa dönem OCT uygulaması ile elde ettiğimiz dramatik düzelme ümit verici görülmektedir.
Growth factors were recently held responsible in the pathogenesis of primary hypertrophic cardiomyopathy (PHCM). It appeared that octreotide (OCT), a long-acting somatostatin analog could effectively inhibit growth factors. With this knowledge, OCT treatment was applied to a 34-year-old patient with HCM subcutaneously for four weeks; 50µg three times per day during the first week and 100µg twice per day the following three weeks. Patient's functional capacity was class III, there were P pulmonale (in lead II P wave 0.6 mV) and inverted T waves (inleads I, aVL, V5-6) on the ECG; left ventricular posterior wall thickness was 17 mm, interventricular septum thickness was 24 mm, left ventricular mass (LVM) was 342 g by echocardiography. At the end of four weeks' treatment the functional capacity rose to I, P wave amplitude declined to 0.3 mV and T wave was diphasic on the ECG and the thickness of the posterior wall and of the ventricular septum declined to 14 mm and 16 mm, respectively. LVM was 242 g on echocardiography. No side effect was observed during treatment. In conclusion, the dramatic improvement obtained with OCT treatment in a patient with PHCM seems promising.

DERLEME
15.Balloon Dilatation Angioplasty of Stenotic Blalock-Taussig Anastomosis
İ.Levent SALTIK, Gülhis BATMAZ, Ayşe SARIOĞLU, Sibel ŞENER, Aydın AYTAÇ
Pages 388 - 390
Triküspid atrezisi+ventrikül septum defekti+ventriküloarteriyel konkordans+pulmoner stenoz tanıları ile izlenmekte olduğumuz 37 yaşındaki kadın hastamız giderek artan siyanoz ve efor kapasitesindeki kısıtlanma nedeniyle incelendi. 31 yıl önce sol klasik Blalock - Taussig (BT) anastomozu, 12 yıl önce Glenn operasyonu geçirmiş olan hastada sol BT şantın ileri derecede daralmış olduğu klinik, ekokardiyografik ve hemodinamik olarak belirlendi. Anatomik ve hemodinamik koşulların Fontan prosedürü veya yeni bir sistemik-pulmoner anastomoz ameliyatı için uygun olmaması nedeniyle tıkanmış olan sol klasik BT anastomozuna perkütan balon anjioplasti yapıldı. Bildiğimiz kadarıyla ülkemizde ilk kez gerçekleştirilen bu işlem komplikasyonsuz olarak sonuçlandı ve hastanın klinik durumunda düzelme sağlandı.
A 37-year-old female patient with tricuspid atresia+ventricular septal defect+ventriculo-arterial concordance and pulmonary stenosis was evaluated for her increasing cyanosis and exercise intolerance. The patient had had a left Blalock-Taussig (BT) anastomosis 31 years ago and a Glenn operation 12 years ago. It was determined by echocardiography and hemodynamic study that her left BT anastomosis had extremely stenosed. Because her condition was not amenable to surgical correction, we performed percutaneous balloon dilatation of the stenotic BT anastomosis. To our knowledge, the procedure was the first case in our country, and was successful without complications.

16.Vena Cava Filter Placement in a Patient with Recurrent Pulmonary Emboli
Rasim ENAR, Nuran YAZICIOĞLU, Seçkin PEHLİVANOĞLU, Deniz GÜZELSOY
Pages 391 - 393
Kliniğimizde daha önce primer hiperkoagülabilite nedeniyle derin ven trombozu ve tekrarlayan pulmoner emboli teşhisi ile yatırılan hastada, etkin dozda oral antikoagülan tedaviye rağmen tromboembolizme bağlı semptomlarının tekrarlaması sonucu perkütan olarak inferior vena cavaya filtre takıldı. Bu yazıda, etkin, güvenli ve alternatif cerrahi girişime göre daha ucuz ve kolay uygulanabilir bir yöntem olan bu işlemin endikasyon ve komplikasyonları literatür ışığı altında gözden geçirilmiştir.
An inferior vena caval filter was percutaneously inserted to a patient due to recurrence of symptoms associated with thromboembolic disease despite effective doses of anticoagulant therapy. The patient had previously been hospitalized in our clinic with the diagnosis of deep venous thrombosis and recurrent pulmonary emboli secondary to the primary hypercoagulable state. Percutaneous vena caval filter placement appears to be an effective, safe and relatively easy and inexpensive method compared to the alternative surgical intervention. Indications and complications of this method were discussed.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.